Evlerde, işyerlerinde ve başka yerlerde Anne, baba, aile büyükleri, çocukların, şeyhlerin ve buna benzeri sevilen kişilerin resimlerini asmak caiz değildir. çünkü peygamberimiz bundan ümmetini nehyetmiştir.  İnsanlar evlerine ailelerinin, çocuklarının ve özellikle bağlı bulundukları cemaat liderlerinin resimlerini asmaktadırlar. Bu hususta uyarılan insanlar biz şirk maksadıyla asmıyoruz yada onlara tazim etmiyoruz diyorlar. Oysa emirler yasağın açık ve net bir şekilde herkes için geçerli olduğunu ortaya koyuyor.
    Aişe (Radiyallahu Anha) şöyle dedi: “Bir gün üstünde bir takım resimler bulunan küçük bir yastık, bir şilte satın almıştım. Rasulullah (s.a.s.) bunu görünce kapının önünde durdu ve içeriye girmedi. Ben Rasulullah (s.a.s.)’in yüzündeki hoşnutsuzluğu anladım ve:
    Ya Rasulallah! Allah’a ve Rasulüne tevbe ederim. Ben ne günahı işledim ki? dedim.
    Rasulullah (s.a.s.): ‘Şu yastığın hali nedir?’ dedi.
     Ben: Onu sen üzerine oturasın ve yaslanasın diye, senin için satın aldım dedim.
   Rasulullah (s.a.s.): ‘Bu resimlerin sahipleri kıyamet gününde muhakkak azab edilirler. İçinde resim bulunan eve melekler girmez’ buyurdu.” [1]
  Aişe (Radiyallahu Anha) şöyle dedi: “Rasulullah (s.a.s.) bir seferden geldi. Ben de kapının üzerine, kendisinde kanatlı at şekilleri bulunan bir örtü asmıştım. Rasulullah (s.a.s.) çıkarmamı emretti ben de çıkardım.” [2]
  Aişe (Radiyallahu Anha) şöyle dedi: “Rasulullah (s.a.s.) bir seferden geldi. Ben de üzerinde resimler bulunan bir perdeyi rafın üzerine örtmüştüm. Rasulullah (s.a.s.) onu görünce yerinden çıkarıp yırttı ve: ‘Kıyamet gününde insanların en şiddetli azablıları, Allah’ın yaratmasına benzetmeye çalışan kimselerdir’ buyurdu.”
Aişe (Radiyallahu Anha) şöyle dedi: “Bende o perdeyi bir veya iki yastık yaptım.” [3]
 Ebu Talha el-Ensari (r.a.) şöyle dedi: “Rasulullah (s.a.s.): ‘Melekler içinde köpek ve resim bulunan eve girmezler’ buyurdu.”
   Ravi Zeyd ibn Halid dedi ki: “Bunun üzerine Aişe (Radiyallahu Anha)’ya geldim ve: Ebu Talha (r.a.) bana Nebi (s.a.s.)’in: ‘Melekler içinde köpek ve resimler bulunan eve girmezler’ buyurduğunu haber veriyor. Sen Rasulullah (s.a.s.)’den bunu zikrettiğini işittin mi? diye sordum.
   Aişe (Radiyallahu Anha) şöyle dedi: Hayır, ben bunu işitmedim, lakin size Nebi (s.a.s.)’in yaptığını gördüğüm şeyi size haber vereceğim:
   Ben kenarı saçaklı bir yatak örtüsü almış ve bunu kapı üzerine asmıştım. Nebi (s.a.s.) seferden geldiğinde bu perdeyi kapıda gördü. Ben, Nebi (s.a.s.)’in yüzündeki hoşnutsuzluğu hissetmiştim.
   Nebi (s.a.s.) perdeyi çekip yırttı ve: ‘Allah, bize taşlara ve çamurla kumaş giyindirmemizi emretmedi’ buyurdu.”
   Aişe (Radiyallahu Anha) şöyle dedi: “Bu örtüyü parçaladım da ondan iki yastık yaptım, bu iki yastığın içine hurma yaprakları doldurdum. Nebi (s.a.s.) benim bu işimi bana karşı ayıplamadı.” [4]
  Abdullah ibni Ömer (Radiyallahu Anhuma) şöyle dedi: “Cebrail (a.s.), Nebi (s.a.s.)’in yanına inmeyi vaat etmişti ama inmedi, Nebi (s.a.s.) bunun sebebini sordu ve Cebrail (Aleyhisselam): ‘Biz melekler içinde suret ve köpek bulunan eve girmeyiz’ dedi.” [5]
   Abdullah ibni Abbas (Radiyallahu Anhuma) şöyle demiştir:
   “Nebi (s.a.s.) Mekke’nin fetih edildiği gün Beyte yani Kâbe’ye girdi ve Kâbe’nin içinde İbrahim (a.s.) ile Meryem (a.s.)’ın resimlerini buldu da: ‘Dikkat edin! Bu Kureyş’e ne oluyor? Muhakkak ki onlar, içinde suret bulunan bir eve meleklerin girmeyeceğini işitmişlerdir. Şu İbrahim elinde fal oklarıyla suretlendirilmiş! İbrahim’in bunlarla kısmet araması nasıl olur!’ buyurdu.” [6]
  Aişe (Radiyallahu Anha) şöyle dedi: “Cebrail (a.s.) geleceği bir saat hakkında Rasulullah (s.a.s.) ile vaadleşti. Nihayet vaadleşilen bu saat geldi fakat Cebrail (a.s.) o satte gelmedi. Rasulullah (s.a.s.) elinde bir değnek olduğu halde beklemekte idi. Değneği elinden attı ve:
   ‘Allah vâdinden dönmez, Rasulleri de dönmezler’ buyurdu, sonra arkasını döndü ve sedirinin altında bir köpek yavrusu gördü.
   Bunun üzerine: ‘Ya Aişe! Bu köpek buraya ne zaman girdi?’ diye sordu.
  Aişe (Radiyallahu Anha): Allah’a yemin ederim ki bilmiyorum, dedi. Rasulullah (s.a.s.) köpeğin çıkarılmasını emretti, oda çıkardı. Akabinde Cebrail (a.s.) geldi.
   Rasulullah (s.a.s.) ona: ‘Bana geleceğin saati vâat ettin bende senin için oturup bekledim, fakat sen gelmedin!’ dedi.
   Cebrail (a.s.): ‘Benim gelmemi evinde bulunan köpek men etmiştir. Biz melekler, içinde köpek ve suret bulunan eve girmeyiz’ dedi.” [7]
 
  Ebu Hureyre (r.a.) şöyle dedi: “Rasulullah (s.a.s.): ‘Cebrail (a.s.) bana geldi ve şöyle dedi: ‘Dün sana gelmiştim, ancak kapının üzerinde hayvan sureti olan ince yünlü renkli bir perde vardı. Evde de köpek vardı. Evdeki suretlerin başlarının koparılmasını emret. O zaman ağaç şeklinde olur. Resimli perdelerin kesilerek yere serilip çiğnenen iki yastık yapılmasını emret.’
   Rasulullah (s.a.s.)’de bunu yaptı. Bu köpek Hasan ve Hüseyin (Radiyallahu Anhuma)’nın idi. Elbise gardolaplarının arkasında idi. Rasulullah (s.a.s.) emretti köpek çıkarıldı.” [8]
  Cabir (r.a.) şöyle dedi: “Rasulullah (s.a.s.) evde resim bulundurmayı ve resim yapmayı yasakladı.” [9]
  Ebu Hureyre (r.a.) şöyle dedi: “Rasulullah (s.a.s.): ‘İçerisinde heykeller yahut resimler bulunan her hangi bir eve melekler girmezler’ buyurdu.” [10]
  Usame (r.a.)’den: “Kâbe’de Rasulullah (s.a.v.)’in yanına girdim. O bir resim gördü. Benden bir kova su istedi, ben de getirdim. Rasulullah bu su ile o resmi silmeye başladı. Ve silerken şöyle diyordu: “Allah yaratamadıkları şeylerin resimlerini yapanları kahretsin” [11]
  Ali (r.a.) şöyle buyurdu: Rasulullah’ın beni vazifelendirdiği şey ile seni vazifelendireyim mi? Silmediğin resim ve yerle bir etmediğin yüksek kabir kalmasın.” [12]
   Sünnetten uzaklaşanların, özellikle tasavvuf çevrelerinin son dönemlerde yaptıkları yanlışlardan bir tanesi de şeyhlerin ve çeşitli şahısların resimlerini evlere, işyerlerine, vitrinlere vb. yerlere asmaları ve onlara tazim etmeleridir. Bu hastalığın Hz. Adem (a.s.)’dan günümüze kadar değişmeden devam ettiği tefsirlerden anlaşılmaktadır. Bu davranışın ilk başlangıcının Hz. Adem (a.s.)’a yakın dönemlere kadar uzandığını görünce insanın nasılda aynı hastalıkları devam ettirdiği ortaya çıkmaktadır.
  “Âdem (a.s.)’ın birçok çocuğu oldu ve nesli çoğaldı insanlar babalarının dini üzereydiler Allah’a ibadet ediyor ona hiçbir şeyi ortak koşmuyorlardı. Şeytan bundan rahatsızdı. İnsanları puta tapmaya ve Allah’a şirk koşmaya alıştırmak istiyordu. Çünkü şeytan çok iyi biliyordu ki; şirk büyük bir zulümdür. Ancak buna insanları yöneltmek için bir yol bulması gerekiyordu. İnsanlara direkt olarak puta tapın dese insanlar ona itibar etmezdi.
   Lakin şeytan bir yol buldu;
  İnsanlar içinde gece gündüz ibadet eden Allah’tan korkan, Allah’ı çokça zikreden, Allah’ın onları sevdiği ve onlarında Allah’ı sevdiği zat’lar vardı. İnsanlar onlara büyük saygı duyuyor ve yüceltiyorlardı. Bu kimseler öldükleri zaman şeytan insanlara bu kimseleri hatırlatırdı. Onlarda “Sübhanallah! onlar Allah adamı, Allah dostuydu” derlerdi. Şeytan  “onlar için hüzünlü müsünüz, özlüyor musunuz ?” dediğinde, evet şiddetli bir şekilde özlüyoruz derlerdi. Şeytan dedi ki: “niçin her gün onlara bakmıyorsunuz?”, “Onlar ölmüşken buna nasıl imkân bulabiliriz ki” dediler. Şeytan “onların resimlerini yapın her gün onların resimlerine bakar hatırlarsınız, onları yad edersiniz.” dedi. İnsanlar bu sâlih kimselerin resimlerini yaptılar. O resimlere bakıp işte bunlar sâlih kimselerdir derlerdi. Bu resimler zamanla temsili kabartmalara dönüştü. Bu resim ve temsilleri evlerine ve mescitlere astılar. Allah’a şirk koşmuyoruz çünkü bunlar ne fayda nede zarar verebilir ayrıca bunlar sâlihlerin temsilleridir diyorlardı. Bu temsiller gün geçtikçe çoğaldı ve bunlara tazim ve yüceltme artmaya başladı. Bunların yanında dua edince kabul olunacağına inanmaya başladılar. Ne zaman ki sâlih birisi ölse hemen onun temsilini yaparlardı. Yeni doğan nesil babalarını bu temsillere tazim eder halde ve rükû eder halde buldular babalarından gördüklerini daha da artırdılar. Onlara secde etmeye, onlardan istemeye ve onlar için kurban kesmeye başladılar. Bu temsiller sonunda heykellere dönüştü. İnsanlar Allah’a ibadet eder gibi bunlara ibadet etmeye başladı. Kıssadün nebi
   Bazıları; bu gün şirk tehlikesi yok, biz şirk koşmak için yapmıyoruz, biz tazim etmiyoruz, biz muhabbet için asıyoruz ve rabıta kurmaya faydası olduğu için taşıyoruz, yada bunda ne kötülük olabilir diye mazeretler uydurarak bu olayı savsaklamaya çalışsalar da kesinkes bilinmelidir ki, bu davranışları emirleri sündürmek ve isyan etmek demektir. Ayrıca Rasulullahın hayır görmediği bir şeyde, yasakladığı bir şeyde sakınca görmeyenler onun sünnetine tabi olduklarını nasıl söyleyebilirler.
   En tehlikeli olan ise peygamberimize ait olduğu iddia edilen güya rahip Bahira tarafından çizildiği söylenilen bir çocuk resminin avamı bırakın bazı şeyhler tarafından bile evlerin baş köşesine asıldığına şahit oluyoruz. Bu fitnenin ileriki zamanlarda nasıl bir tahrifata neden olabileceğini kestiremiyoruz ama bu fiili yapanlara engel olunması gerektiği kanaatindeyiz.
  Bu kadar açık delillerden sonra çeşitli insanların resimlerini evlerine, işyerlerine, vitrinlerine ve benzeri yerlere asanlar bilmelidir ki, bu davranış Allah ve Rasulünün emirlerine ters düşmektedir. Bu durumda elbette ebedi azabı hak etmeyi beraberinde getirir. Dolayısıyla derhal bu tip sünnet dışı hurafe davranışlar terk edilmelidir.
 

 
Ebu Muahmmed Musab KÖYLÜOĞLU
 

[1] Buhari 1946, 1947, 3038, 3039, 5959, 5962, 5963, Müslim 96
[2] Müslim 90, 94, Nesei 5317
[3] Müslim 2109/98, Buhari 5957, 5958, Nesei 5320, 5321, 5322, 5328
[4] Müslim 2107/87, Ebu Davud 4153
[5] Buhari 3040, 5960
[6] Buhari 3145
[7] Müslim 2104/81, İbni Mace 3651
[8] Nesei 5330, Ebu Davud 4158, Tirmizi 2857
[9] Tirmizi 1802
[10] Müslim 2112/102
[11] Sahih, Tayâlîsi
[12]  Müslim
*Hüküm koyucu olarak katıksız Allah’ın hükmüne tabi olmak.
* Bütün işlerde ancak Allah’a dayanmak, ona tevekkül etmek.
* Katıksız bir şekilde Kur’an ve Peygamberin sünnetini ortaya koyup en küçük bir şüphe olmadan tabi olmak, teslim olmak.
* Lider kabul edilenlerin peygambere tam olarak tabi olmaları.
* Öncelikli davanın katıksız olarak İslam davası olması.
* Hiçbir kimseyi, hiçbir şeyi ve hiçbir yapılanmayı taassupla benimsememek ve tabulaştırmamak.
* Kişisel arzuların ve ihtirasların terk edilmesi.
* Mücadelede seçilen metodun aynen Resulullah’ın metodu olması.
* Müslümanları ölçüsüz, senetsiz ve önyargılarla değerlendirerek fişlememek.
* Kafir, münafık ve fasıklardan haber alırken dikkatli olmak.
* Dostunu, düşmanını iyi tanıyıp, sevdiğini Allah için sevmek ve terk ettiğini Allah için terk etmek. Dinini samimiyetle bütün menfaatlerin üzerinde bilmek.
* Bidat ve hurafelerin terk edilmesi.
* Dini anlamada Peygamber ve Ashabının ne anlayıp, ne uyguladığının doğru tespit edilmesi ve buna göre hareket edilmesi.
* Dinde Kur’an ve sünnetin anlaşılması için yazılmış eserlerde kaynak kitap olarak doğru ve güvenilir tespitlerin yapılması. * Dinde mutlaka delil ile hareket etmek.
* Kişileri aşırı yüceltme ve ölçüsüz vasıflandırmayı terk etmek.
* Doğru kişiye doğru kaldığı sürece itaat etmek yanlışa saptığında düzeltilemiyorsa hemen terk etmek.
* Cemaat olmak ve istişare ile hareket etmek.
* Bütün işlerde orta yolu seçip, ifrat ve tefrit içerisine girmemek.

    Musab Köylüoğlu

 Güneşin tutulması (Kusûf), ışığının gitmesi yada eksilmesi, görünürde kararmaya doğru değişiklik göstermesi demektir. Ay tutulması (husûf) ise aydınlığının kısmen yada tamamen gitmesi demektir.
   Güneşin tutulduğu bir sırada Rasûlullah (s.a.s.) hızlıca, dehşetle elbisesini sürükleyerek mescide çıkıverdi. İnsanlara namaz kıldırdı, onlara güneş tutulmasının Allah’ın âyetlerinden bir âyet olduğunu, Allah’ın bununla kullarını korkuttuğunu, bunun insanlara bir azabın inmesine sebep olabileceğini, onlara bildirdi ve bu hususları izale edecek hususu onlara buyurdu. Bunun için böyle bir şey olduğu vakit namaz kılmalarını, dua edip, mağfiret dilemelerini, sadaka vermelerini, köle azad etmelerini ve bunun dışında bu hali geçinceye kadar insanların böyle bir azabı bertaraf edecek diğer salih amelde bulunmalarını emretti.
   Güneş ve ay tutulmaları (kusûf ve husûf) yüce Allah’ın kudretine delil teşkil eden pek büyük iki olaydır. İnsanlar bunları gördükleri vakit, zarar görürler korkusu ile tedirgin olur. Bundan dolayı Peygamber (s.a.s.) bu korkuyu giderecek hususları emretmiştir. Namaz kılmayı, dua etmeyi, Allah'tan bağışlanma dilemeyi, sadaka vermeyi, köle azad etmeyi emretmiştir.
   Kusûf namazı ilim ehlinin ittifakı ile erkekler ve kadınlar için müekked bir sünnettir.
  el-Muğni şunları söylemektedir: Kusûf namazı müekked bir sünnettir. Çünkü Peygamber (s.a.s.) bu namazı kıldığı gibi, kılınmasını da emretmiştir. Güneşin tutulması sebebiyle bu namazın meşruiyeti hususunda ilim ehli arasında bir görüş ayrılığı olduğunu da bilmiyoruz. [1]
    Muğire b. Şube'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah (s.a.s.) döneminde İbrahim'in öldüğü gün güneş tutuldu. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz güneş ve ay Allah’ın âyetlerinden iki âyettir. Bunlar herhangi bir kimsenin ölümü yada hayatı dolayısıyla tutulmazlar. Bunları (tutulmalarını) gördüğünüz vakit bu tutulma bitinceye kadar Allah'a dua ediniz, namaz kılınız." [2]
   Kusûf namazının vakti güneşin ya da ayın tutulmasının başlamasından itibaren başlar. Tutulma bitinceye kadar devam eder. Çünkü Peygamber (s.a.s.) Câbir (r.a.)’ın rivâyet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır: "...Siz bu kabilden bir şey gördüğünüz vakit açılıncaya kadar namaz kılınız..." [3]

  Kusûf namazının kılınış şekli:

   Peygamber (s.a.s.)’in zevcesi Âişe Radıyallahu anha'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah (s.a.s.) hayatta iken güneş tutuldu. Rasûlullah mescide çıktı, ayakta durup tekbir aldı. İnsanlar da arkasında saf tuttu, uzunca Kur'ân okudu, sonra tekbir getirip uzunca bir rukû’ yaptı, sonra başını kaldırıp "semiallahu limen hamideh Rabbenâ ve leke'l-hamd" dedi. Sonra yine ayakta durdu ve birinci kıraatten biraz daha kısa uzunca Kur'ân okudu. Sonra tekbir getirdi. Uzunca bir Ruku’ yaptı; fakat bu birinci Ruku’dan daha kısa idi. Sonra "semiallahu limen hamideh Rabbenâ ve leke'l-hamd" dedi. Sonra secdeye vardı. (Ravilerinden Ebu't-Tahir sonra secdeye vardı, ifadesini zikretmedi). Sonra ikinci rekâtte de birincisi gibi yaptı ve nihayet dört Ruku’ ve dört secde yaptı.
   Namazını bitirmeden güneş açıldı. Sonra kalkıp insanlara hutbe verdi. Allah'a lâyık olduğu vechile övgüde bulunduktan sonra dedi ki: “Şüphesiz güneş ve ay Allah’ın âyetlerinden iki âyettir. Bunlar herhangi bir kimsenin ölümü ya da hayatı dolayısıyla tutulmazlar. Siz bu olayı gördüğünüz vakit hemen namaza koşunuz..." [4]
   Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye de şöyle demektedir: Kusûf namazının kılınışı hususunda çeşitli rivâyetler gelmiştir. Fakat Rasûlullah’ın sünnetini bilen ilim ehline göre yaygın olan Buhârî ve Muslim'in çeşitli yollardan rivâyet ettikleri Malik Şafiî ve Ahmed gibi ilim ehlinin çoğunun müstehab kabul ettiği, Peygamber efendimizin onlara iki rekât namaz kıldırdığı her bir rekâtte iki defa Ruku’a vardığıdır. Kıyamda uzunca Kur'ân okur, sonra kıraatten daha kısa uzunca bir Ruku’ yapar, sonra ayağa kalkar yine birinci kıraatten nispeten daha kısa uzunca bir kıraat yapar. Sonra birinci Ruku’udan nispeten daha kısa bir Ruku’da bulunur. Sonra uzunca iki secde yapar. Sahih'de Peygamber'den sabit olduğuna göre o bu namazda Kur'ân'ı açıktan okumuştur. [5]
   Kusûf namazının cemaatle kılınması sünnettir. Tek tek kılınması da caizdir. Çünkü o bir nafile namazdır. Fakat cemaatle kılınması daha faziletlidir. Kusûf namazı için ezan okumak da, kamet getirmek de meşru değildir.
   Kadınların bu namazı kılmaları meşrûdur. Çünkü Ebu Bekir'in kızı Esmâ'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Güneş tutulduğu sırada Resulullah’ın hanımı Âişe'nin yanına gittim. İnsanların ayakta namaz kılmakta olduklarını gördüm, o da ayakta namaz kılıyordu. Ben: İnsanlara ne oluyor, diye sordum, eliyle semaya işaret etti ve: Subhanallah, dedi. Ben bir âyet (mi) dedim, o eliyle: Evet diye işaret etti... [6]

   Kusûf namazının mescidde kılınması sünnettir. Çünkü Peygamber (s.a.s.) bu namazı mescidde kılmıştır. Âişe Radıyallahu anha'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Peygamber (s.a.s.) hayatta iken güneş tutuldu, mescide çıktı ve insanlar onun arkasında saf tuttu... [7]

 


 

[1] Bk. İbn Kudame, el-Muğni(2/420-426)
[2] Muslim(915)
[3] Muslim(904)
[4] Muslim(901) Buhari(1046)
[5] İbn Teymiye, Mecmûu'l-Fetâvâ(24/259-260)
[6] Buhârî(2/28)
[7] Buhârî(2/25)
 
     Allah yarattığı bütün varlıkları bir ölçüye göre yaratmıştır. Ve yarattığı varlıklar arasında ise yaratılmışların en şereflisi olarak insanı yaratmıştır. Diğer bütün varlıları insanın emrine ve hizmetine vermiştir.
    “Yerde olanların tümünü sizin için yaratan O’dur….” Bakara 2/29
    Her şeyden, yaratılmış olduğu gaye doğrultusunda ve insanın fıtratının ihtiyaçlarına göre yararlanmak gerekir. Allah (c.c.) kainattaki her şeyi belli bir intizam içerisinde mükemmel bir uyumla yaratmıştır.
    “Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” Kamer 54/49
    “… Her şeyi yaratan ve bir ölçüye göre düzenleyen Allah’tır.” Furkan 25/ 2
    Bozulmuş fıtrata sahip, vahşileşmiş, sadistleşmiş, merhamet, haya, adalet duygularını yitirmiş insanların istek ve arzuları doğrultusunda diğer varlıları amacı dışında kullanmaları da elbette bir çok düzensizliği, fitne ve fesadı da beraberinde getirmektedir. Bu düzenin insan tarafından bozulması nedeniyle yeryüzündeki bütün varlıklarda anormal gelişmeler ve düzensizlikler ortaya çıkmıştır.
     Her varlığın kendine özgü kullanım alanı vardır. Binme, etinden, sütünden ve zinet oluşundan yararlanma, bekçilikte, taşımacılıkta, ulaşımda, imar etmede, yetiştirmede yani her şeyde varlıkları amacına göre kullanmak gerekmektedir. Örneğin koyunun sütünden faydalanırken, eşeğin taşımacılığından ve köpeğin de bekçiliğinden faydalanabilirsiniz. Bunun dışında varlıkları kullanma hakkını Allah kimseye vermemiştir. Kim ki bunun dışına çıkarsa fıtrata ters gelecek bir iş yaptığından yaşadığı toplumu ifsat edecek ve düzeni bozacaktır.
     “Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkebleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır.”Nahl 16/8
     “Ellerimizin yaptıklarından kendileri için nice hayvanları yarattığımızı görmüyorlar mı? Böylece onlar, bunlara malik oluyorlar.” Yasin 36/71
      “Biz onlara kendileri için boyun eğdirdik; işte bir kısmı binekleridir, bir kısmını(n da etini) yiyorlar.” Yasin 36/72
       “Onlarda kendileri için daha nice yararlar ve içecekler vardır. Yine de şükretmeyecekler mi?” Yasin 36/73
       İman eden bir müminin hiçbir kimseye ve canlıya zarar vermesi, acı ve işkence çektirmesi asla düşünülemez. Allah ve Rasulü merhamet edilmesini ve zulmedilmemesini emretmektedir. İslam zulmün her türlüsüne karşı savaşmış ve her hususta adaletli olunmasını haksız yere hiçbir kimseye zarar verilmemesini emretmiştir. Zerre ağırlığınca yapılan iyiliğin karşılığı verileceği gibi zerre ağırlığınca yapılan kötülüğünde karşılının verileceği kuran’da bildirilmiştir.
     “Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükafatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.” Zilzal 99/7-8
     “Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak.”Beled 90/17
     Merhametli olunması hakkında Peygamberimiz (s.a.v.)’in birçok uyarısı bulunmaktadır.
      Abdullah İbnu Amr İbni’l-As (r.a.)’den rivayete göre Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahman’dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla (rahmet bağı) kurar, kim de koparırsa, Allah da ondan (rahmet bağını) koparır.” [1]
     Hayvanlara karşı merhametli olunması hakkında ve bir hayvana dahi yapılacak iyilikle Allah’ın rızasının kazanılabileceği hakkında peygamberimizden birçok hadis rivayet edilmiştir.
     Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayette Resulullah (sav) buyurdular ki: “Bir adam yolda, yürürken susadı ve susuzluğu arttı. Derken bir kuyuya rastladı. İçine inip susuzluğunu giderdi. Çıkınca susuzluktan soluyup toprağı yemekte olan bir köpek gördü. Adam kendi kendine: “Bu köpek de benim gibi susamış” deyip tekrar kuyuya inip, mestini su ile doldurup ağzıyla tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah onun bu davranışından memnun kaldı ve günahlarını affetti.” Resulullah’ın yanındakilerden bazıları: “Ey Allah’ın Resulü! Yani bize hayvanlar(a yaptığımız iyilikler) için de ücret mi var?” dediler. Aleyhissalatu vesselam: “Evet! Her “yaş ciğer” (sahibi) için bir ücret vardır” buyurdu. [2]
     İbni Ömer (r.a.)’den rivayette Resulullah (sav) buyurdular ki: “Bir kadın, eve hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yeryüzünün haşeratından yemeye de salmamıştı.” [3]
     Abdullah İbnu Cafer (r.a.)’den rivayette Resulullah (sav)’ın kaza-i hacet yaparken geri tarafından istitar (perdelenme) için en ziyade tercih ettiği sütre, bir bina veya bir hurma kümesi idi. Bir seferinde Ensardan bir zatın bahçesine girdi. Orada bir deve vardı. Deve Resulullah (sav)’ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Aleyhissalatu vesselam deveye yaklaştı ve gözyaşlarını sildi. Hayvan sakinleşti. “Bu devenin sahibi kimi” diye sorarak ilgi gösterdi, Ensar’dan bir genç: “O bana aittir ey Allah’ın Resulü!” deyip ortaya çıkınca Hz. Peygamber onu payladı: “Allah’n sana mülk kıldığı bu deve hakkında Allah’tan korkmuyor musun? Bak! Bu bana şikayette bulundu. Sen bunu acıktırıyor ve fazla çalıştırarak da yoruyormuşsun.” [4]
    Abdurrahman İbnu Abdullah, babası Abdurrahman (r.a.)’dan rivayet eder ki şöyle demiştir: “Biz bir seferde Resulullah (sav) ile beraber idik. Resulullah bir ara bir ihtiyacı için yanımızdan ayrıldı. O sırada hummara denen bir kuş gördük, iki tane de yavrusu vardı. (Kuş kaçtı) yavrularını aldık. Kuşcağız etrafımıza yaklaşıp çırpınmaya, kanatlarını çırpıp havada inip çıkmaya başladı. Resulullah (sav) efendimiz gelince: “Kim bu zavallının yavrusunu alıp onu izdıraba attı? Yavrusunu geri verin!” diye emretti. Bir ara, ateşe verdiğimiz bir karınca yuvası gördü. “Kim yaktı bunu?” diye sordu. “Biz!” dedik. “Ateşle azab vermek sadece ateşin Rabbine hastır” buyurdu. [5]
    Ebu Hureyre (r.a.)’den riveyette Resulullah (sav) buyurdular ki: “Peygamberlerden birini bir karınca ısırdı. O da (öfkelenerek) karıncanın yuvasının yakılmasını emretti ve yakıldı, Allah Teala Hazretleri ona şöyle vahyetti: “Seni bir karınca ısırmışken, sen tesbih eden bir ümmeti yaktın.” [6]
     Ibn Abbas’ın (r.a.) naklettiğine göre: “Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) hayvanları birbirine kışkırtmayı yasaklamıştır.” [7]
    “Allah her konuda güzelliği (ihsanı) emretmiştir. Binaenaleyh, boğazladığınızda güzel boğazlayın, öldürdüğünüzde güzel öldürün. Biriniz boğazlamak isterse bıçağını biletsin, boğazlayacağı hayvanı rahat ettirsin (yormasın).” [8]
    Ayrıca hayvanları dövüştürerek bahse girmek ile elde edilecek para ise haramdır. Dövüşün sonucuna göre tarafların şart koşacağı meblağ kumar olmuş olur.
    Bu tip merhametsiz ve haddi aşan davranışlar asla bir müminin yapmayacağı davranışlardır. Bu tip merhametsiz davranışlar geçmiş kavimlerin hastalıklarındandır. Özellikle Romalılar döneminde sırf esirleri ve hayvanları dövüştürdükleri arenalar yaptıkları bilinmektedir. Sadistleşmiş ve hasta ruhlu insanlar bu halleri ile Allah’a ve Rasulüne isyan etmekte ve haddi aşmaktadırlar. Haddi aşan bir kavmin ise geçmişte nasıl helak edildiğine dair Kuran’da birçok örnek bulunmaktadır.
    “Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram etmeyin ve (Allah’ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” Maide 5/87
     İslam toplumu İslamdan uzaklaşarak sadece adına Müslüman denilen ama ne olduğu belli olmayan insanlar topluluğu haline gelmiştir. Allah’ın ve Rasulünün emirlerinden habersiz, dünyaya dalmış ve nefislerinin esiri olmuş bu toplumun geçmişte helak olan kavimlerin yaptığı fiillerin her türlüsünü yaptığı görülmektedir. Bununla birlikte böyle davranışların aklı başında insanlar tarafından da uyarılmadığı toplumumuz Allah’ın bir azap göndermesine ve cezalandırmasına müstehak olabilir.
    Hayvanları dövüştürmek hakkında bu kadar izahat, iman eden bir Müslüman için yeterlidir. Bu uyarılar karşısında iman edenlere düşen söz sadece işittik ve itaat ettik demeleridir. Bu dışında bir davranış Allah’a ve Rasulüne isyan etmek olacaktır.

Ebu Muhammed Musab Köylüoğlu
 

[1] Tirmizi, Birr 16, (1925); Ebu Davud, Edeb 66, (4941)
[2] Buhari, Şirb 9, Vudu 33, Mezalim 23, Edeb 27; Müslim, Selam 153, (2244); Muvatta, Sıfatu’n Nebi 23,
[3] Buhari, Bed’ü’l-Halk 17, Şirb 9, Enbiya 50; Müslim, Birr 151, (2242)
[4] Ebu Davud, Cihad 47, (2549)
[5] Ebu Davud, Cihad 122, (2675), Edeb, 176, (5268)
[6] Buhari, Cihad 152, Bed’ü’l Halk 14; Müslim, Selam 148, (2241); Ebu Davud, Edeb 176, (5266)
[7] Ebu Davud, Cihad 56; Tirmizi, cihad 30; Beyhakî, kübrâ X/22
[8] Müslim, say No: 1955; Tirmizî, diyyât No: 1409; Ebu Davûd, dahayâ, No. 2797
























ZİKİR: Anmak, hatırlamak, yâd etmek manâlarına gelir. Allah’ın ad ve unvanlarının teker, teker veya birkaçının bir arada tekrar edilmesinden ibarettir. Zikir, Allah’ı münferiden yani bireysel olarak veya topluca anma şeklinde edâ edilir.
   Cenabı Hak (c.c.) Kuran’da bir çok ayette kullarından kendisini zikretmelerini ve tefekkür etmelerini istemektedir.
   Al-i İmran suresi 191. ayette şöyle buyruluyor:
اَلَّذينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فى خَلْقِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ رَبَّنَا مَاخَلَقْتَ هذَا بَاطِلًا
سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
    Onlar ki, ayakta iken de, otururken de ve yanları üzerine yatarlarken de Allah Teâlâ’yı zikrederler ve göklerin ve yerin yaradılışı hakkında tefekkürde bulunurlar. İşte onlar şöylece tespih ve duada bulunur dururlar. Ey Rabbimiz!. Sen bunları boşuna yaratmadın, Sen yücesin, artık bizleri ateş azabından koru… [1]
رِجَالٌ لَاتُلْهيهِمْ تِجَارَةٌ وَلاَ بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّهِ وَاِقَامِ الصَّلوةِ وَايتَاءِ الزَّكوةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فيهِ الْقُلُوبُ وَالْاَبْصَارُ
    “Birçok erler ki, onları ne bir ticaret ve ne de bir alım satım Allah Teâlâ’nın zikrinden ve namazı hakkıyla kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin muzdarip olacağı bir günden korkarlar.” [2]                
اَلَّذينَ امَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّهِ اَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
    “Onlar o zatlardır ki, Allah’ın zikriyle kalpleri mutmâin olduğu halde imân etmişlerdir. Haberiniz olsun ki, Allah’ın zikriyle kalpler mutmâin olur.” [3]
 وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكاً وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَى
    Ve her kim benim zikrimden kaçınırsa artık şüphe yok ki, onun için pek dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.”   Taha  20/124
قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَنِي أَعْمَى وَقَدْ كُنتُ بَصِيراً
   “Der ki: Yarabbi!.Ne için beni kör olarak haşrettin ve halbuki, ben görücü idim.”   Taha 20/125
قَالَ كَذَلِكَ أَتَتْكَ آيَاتُنَا فَنَسِيتَهَا وَكَذَلِكَ الْيَوْمَ تُنسَى
   “Allah Teâlâ da- buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana ayetlerimiz geldi, ama sen onları unutuverdin. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun.”  Taha 20/126
فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لِي وَلَا تَكْفُرُونِ
   “Artık beni zikrediniz ki ben de sizi zikredeyim. Ve bana şükrediniz, bana nankörlükte bulunmayınız.”  Bakara 2/152
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُلْهِكُمْ أَمْوَالُكُمْ وَلَا أَوْلَادُكُمْ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
   “Ey iman edenler!. Sizi mallarınız ve evlâdınız Allah’ın zikrinden alıkoymasın ve her kim, öyle yaparsa, işte hüsrâna uğramış olanlar onlardır.”  Munafıkun 63/9
 وَاذْكُرْ رَبَّكَ فى نَفْسِكَ تَضَرُّعًا وَخيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْاصَالِ وَلاَ تَكُنْ مِنَ الْغَافِلينَ
    “Ve Rab’bini içinden yalvararak, korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabahları ve akşamları zikret ve gâfillerden olma.” [4]
    Enfal suresi 45. ayette
وَاذْكُرُوا اللّهَ كَثيرًا لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
    “….Allah’ı çokça zikredin ki, felaha eresiniz [5]  Buyuruluyor.
    Peygamberimiz (s.a.v.)’de zikir hakkında şöyle buyuruyor;
    Hz. Muâz İbnu Cebel (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Kul, kendini Allah’ın azabından kurtarmada zikrullahtan daha müessir bir ameli işlememiştir.” [6]
    Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayete göre, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
    “Her kim sabah akşam yüz defa ‘Sübühanallahi ve bi Hamdihi..’ diyerek Allah’ı tespih ve tahmid ederse, kıyamet gününde hiçbir kimse bu adamın (söylediği) bu mübarek zikirlerden daha faziletlisi ile gelemez. Meğer ki, o kimse onun söylediği tespih ve tahmidin bir mislini veya daha fazlasını söylemiş olsun.” [7]
   Yine Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Rasulullah (s.a.v.)  “Muferridun ilerlediler” buyurdu. Ashab: “Müferridun nasıl adamlardır?” diye sordular.
    “Allah’ı çok zikreden erkeklerle kadınlardır.” Buyurdu. [8] 
    Cabir (r.a.)’den Resulullah’tan işittim, buyurdu ki: “Zikrin en faziletlisi Lâ ilâhe İllallah kelime-i tevhididir.” [9]
   Ebu Hureyre’nin (r.a.) rivayet ettiğine göre:  Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu: “Allah Teala’nın yeryüzünde seyahat eden bir takım melekleri vardır. Bunlar zikir meclislerini araştırırlar. İçinde Allah’ın zikredildiği bir meclis bulduklarında onlarla beraber otururlar ve birbirlerini kanatları ile kuşatırlar. Ta ki onlarla sema arasındaki mesafeyi doldururlar. Cemaat dağıldığında, yükselip semaya çıktıkları zaman Aziz ve Celil olan Allah onları pek iyi bildiği halde meleklere: “Sizler nereden geldiniz?” diye sorar. Melekler: Biz yeryüzünde senin bir takım kullarının yanından geldik ki onlar seni tesbih ediyorlar, seni tekbir ediyorlar, tehlilde bulunuyorlar, sana hamd ediyorlar ve senden istiyorlar derler. Allah: Benden ne istiyorlar? buyurur. Melekler: Senden Cennetini istiyorlar derler. Allah: Onlar benim Cennetimi görmüşler mi? buyurur. Melekler: Hayır, Rabbimiz! Eğer onlar Cennetimi görmüş olsalardı nasıl olurdu? buyurur. Melekler: Senden eman dilerler, derler. Benden niçin eman diliyorlar? diye sorar. Senin Cehenneminden Ya Rabbi! diye cevap verirler. Onlar benim Cehennemimi görmüşler mi? der. Hayır, cevabını verirler. Acaba Cehennemimi görmüş olsalar ne yaparlar? der. Senin mağfiretini talep etmektedir derler. Bunun üzerine Allah: Ben onlara mağfiret eyledim. Onlara bütün istediklerini ihsan ettim ve eman istedikleri şeyden de kendilerine eman verdim buyurur. Melekler: Ya Rabbi! O zikredenlerin içinde günahı çok olan filan kimse de vardı. Sadece oradan geçiyordu da onlarla beraber oturuvermiştir derler. Allah: Ben onu da mağfiret ettim. O cemaat öyle kemal sahibi kimselerdir ki onlarla beraber oturan kimseler şaki olamaz! buyurur.”    Sahihi Müslim (Arapça) 4854
   Ebu Hureyre’nin (r.a.) haber verdiğine göre: Allah Resulü (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Aziz ve Celil Allah şöyle buyurur: Ben kulumun beni zannettiği gibiyim. Kulum beni anarken ben muhakkak onunla beraber bulunurum. Eğer o beni gönlünde gizlice zikrederse, ben de onu gönlümde zikrederim. Eğer o beni bir cemaat içinde zikrederse, ben de onu o cemaatten daha hayırlı bir cemaat içinde zikrederim. Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. o bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak varırım.”  Sahihi Müslim (Arapça) 4832
   Bütün bu ayet ve hadisler zikrin ehemmiyetini izah etmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) her davranışında oturmasında kalkmasında, uyumasında, yemesinde, içmesinde, tuvalet ve banyosunda  kısaca hayatın her anında yaptığı zikirleri bize yaşayarak öğretmiştir. ve bu konuda müminlerin en güzel örneğidir. Onun 24 saat içerisinde yapmış olduğu bütün zikirler iman eden bir mümin için en güzel ve yeterli zikirlerdir.
   Zikir sadece tespih ve sayısal zikirlerden ibaret zannedilmemelidir. Allah (c.c.) ayetlerde kurandan da zikir diye bahsetmektedir. Zikrin sadece sayısal tespih ve belli zikirlerin topluca yada münferiden yapılması şeklinde algılanması nedeniyle Allah’ın zikir diye bahsettiği kuran anlaşılması gereken halinden uzaklaşmıştır. Bazı guruplarda zikir yapmak olmazsa olmaz meselelerden sayılırken Allah’ın zikir diye bahsettiği kuranın  öğretilmesi ve okunması bu derece yer etmemiştir. Hal bu ki asıl zikir kuran’ın anlaşılması ve onun hükümlerinin akledilerek hayatımızın her alanında yer almasıyla olacaktır. Sahabenin hayatına baktığımızda namazdan sonra yapılan sayısal tesbihatın dışında onlardan sayısal ve belli zamanlarda yapılan zikirleri değil Kuran’ın çokça okunmasını ve onunla amel edilmesini görüyoruz.
    Kurandan zikir diye bahsedilen Enbiya suresi 50. ayette şöyle buyuruyor:
وَهَذَا ذِكْرٌ مُّبَارَكٌ أَنزَلْنَاهُ أَفَأَنتُمْ لَهُ مُنكِرُونَ
   “Ve işte bu bir mübarek zikirdir ki, onu biz indirdik. Şimdi onu inkar mı ediyorsunuz?”  Enbiya 21/50
وَقَالُواْ يَا أَيُّهَا الَّذِي نُزِّلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ إِنَّكَ لَمَجْنُونٌ
    “Ve dediler ki: Ey üzerine zikir indirilmiş olan  Şüphe yok sen elbette bir mecnunsun.”  Hicr 15/6
    Başka bir açıdan bakıldığında Kuran’ı bütünüyle anlamadan ve öğrenmeden ve onunla amel etmeden bir köşeye geçip bir de uydurdukları şekliyle zikir yaptıklarını zannedenler bu dini anlayamamış kişilerdir.
    Ayrıca zikri şöyle de izah edebiliriz: Allah’ın anıldığı ve onun dininin öğretildiği, onun sohbetinin yapıldığı bir ilim meclisi Allah’ın zikredildiği bir yerdir. Bu meclislerde insanlar kuranı öğreniyorsa, fıkhı öğreniyorsa yani Rabbinin şeraitini öğreniyorsa O’nu anıp, zikretmiş olmuyor mu? Örneğin kendisine zina teklif eden birisine Allah korkusu nedeniyle ben Allah’tan korkarım diyerek bir insanın zinadan kendisini çekmesi Rabbini hatırlamak değil midir? Bir esnafın müşterisine verdiği bir  malı tartarken Allah korkusu nedeniyle terazinin kefesini müşteriden yana doldurması da Rabbini hatırlamak değil midir? Gözlerini harama bakmaktan çeviren, kul hakkının geçmemesi için kimsenin olmadığı bir yerde sadece Allah’tan korkması nedeniyle insanların hakkını adaletli bir şekilde gözeten kimse de Rabbini hatırlamış ve onun emrini yerine getirerek zikretmiş olmuyor mu? Bu verdiğimiz örnekler ve buna benzer bir çok örneğini verebileceğimiz şeyleri yapmayıp yani buralarda Allah’ı unutanlar, ellerinde tespihle bol bol Allah’u ekber diyerek sadece kendilerini kandırırlar. Çünkü hayatın bir çok alanında Allah’ın emrine uymayıp onu büyüklemeyenler, onun emrini küçük görerek arkalarına atanlar Allah en büyüktür diye zikir çekseler bile bu kuru bir sözden ibaret olacaktır. Yani tevhidi hayatına yerleştirmemiş olanlar, hayatında Allah’tan başka her kesin hüküm koyduğu insanlar yerlerinden hiç kalkmadan günlerce kelime-i tevhid zikrini çekseler bile bu onların yorgunluğundan başka bir işe yaramayacaktır. Çünkü bu dinin temeli tevhid üzerine kurulmuştur.
    Bakara suresi 152. ayette şöyle buyruluyor: فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ  “Beni zikredin ki bende sizi zikredeyim” Yani siz emirlerimi yerine getirme, haramlardan sakınma hususunda  beni hatırlarsanız ben de dünyada ve ahirette size yardım eder, mağfiret eder ve sizi hoşnut olacağınız bir yere getiririm. Ama siz beni haramlardan sakınma hususunda hatırlamazsanız dolayısıyla zikretmezseniz dünyada ve ahirette de ben sizi zikretmem ve ortada bırakırım.
    Peygamberimiz (s.a.v.) üzerinde emri olmayan işin reddolunacağını ve din adına yapılan her yeniliğin bidat olduğunu ve her bidat’inde sapıklık olduğunu söylediği halde, dine bir şeyler sokmaya çalışanlar zikir konusunda da yenilikler icat ettiler. Zikir şüphesiz haktır. Ancak zikri yanlış anlayıp, onu sadece tesbihat olarak görmek, zikri olması gerekenden farklı anlamak ve onun yapılış şeklini peygamberin zikir’i dışındaki şekillere sokmak bidattir.
    Günümüzde zikir şekli bazı gurup ve cemaatler içerisinde Peygamberimizin emretmediği şekillerde tezahür etmektedir. Örneğin bazıları dönerek Allah’ı zikretmekte, bazıları tuhaf refleksler ve sesler çıkararak zikretmekte ve bazıları da zikri kendilerince belirledikleri sayısal bir düzene sokarak çeşitli terbiye metotları uygulamaktadırlar. Bu sonradan çıkma bidat olan zikir şekillerini maddeler halinde inceleyelim.
    1- Semazenlerin yapmış olduğu dönerek yapılan zikir şekli ne Peygamberimizde, ne Ashabında, ne tabiinde, nede sonraki dönemlerde görülmemiştir. Tâki Mevlana Celaleddini Rumi’ye kadar. Bu zikir şeklinin İslam’a bulaştırılması karşısında dini yanlış anlayan alimler tarafından karşı çıkmayı bırakın bu yetmiyor gibi bir de övülmesi içine düşülen içler acısı tahrifatın daha sonraki yıllarda daha da artmasına neden olmuştur. Bidat ehli bu bidatleri ortaya koyarken hep güzel bir bidat olduğunu savunmuşlar ve ehl-i sünnetin durun ne yapıyorsunuz dinde böyle bir şey yok bunu yapmayın dediğinde ise sen kim oluyorsun da koskoca mevlana’ya dil uzatıyorsun sen sapıksın evliyaya dil uzatıyorsun gibi ifadeler ile ithamlar etmişlerdir. Oysa yapılan bu bidatin savunucuları yapılan fiilin Allah ve Resülünün emirlerine uymayarak onlara karşı çıkmak olduğunu, isyan etmek olduğunu idrak edememektedirler. Günümüzde semazenlerin yaptığı bu bidat iyice çığırından çıkarak çeşitli kültür etkinliklerine, düğünlere, sünnet merasimlerine ve Turizm alanında düzenlenen gösterilere renk katan bir aksesuar haline gelmiştir. Bu bidati savunanlar naasları tahrif ederek Allah ve Resulünü kızdırmaktan korkmayıp, yapmayın, bırakın bu bidatleri diyenleri evliya düşmanı olarak görmektedirler.
   2- Bazı tarikatlar zikir esnasında şişleme merasimi yapmakta ve bu davranışı da zikrin bir parçasıymış gibi göstermektedirler. Bu sapık davranışlarının dinde hiçbir delili bulunmamaktadır. Ancak bu insanlar peşinden gittikleri bazı insanların rüyalarını ve çeşitli vehimlerini delil kabul ederek bu bidatleri işlemektedirler. Bu olağan üstü işlerin insanların islam’a girmelerini sağlayacağı iman edenlerin imanını artıracağı inancını taşımaktadırlar. Oysa onların yaptığının daha fazlasını hinduizm ve bazı sapık din mensupları da yapabilmektedir. Ayrıca bu görüntüleri görenler bırakın hayranlıkla bakmayı ve etkilenmeyi, dehşete kapılmaktadırlar. Tevhidi, kuran ve sünneti bilen birisi için yeterince olağan üstü mucize vardır. Ayrıca peygamberimiz ve ashabından ve onlardan sonraki nesilden hiç birinden böyle şişlemeli, kılıçlı, kafasına, sağına soluna bir şeyler saplamalı zikir yaptıklarına dair bir sünnet rivayet edilmemiştir. O halde soruyorum hani resululah’a tabi oluyordunuz, hani onun sünnetinden kıl kadar sapmıyordunuz. Ne için sünnette olmayan şeyleri yapıyorsunuz. Rabbimizin Resulullah’a uymamız konusundaki uyarılarını burada bir kez daha hatırlatalım.
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ وَمَنْ تَوَلَّى فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا
   “Kim Peygambere itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz zaten seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermedik.”[10]
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ
   “De ki: eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah (kullarının) günahları(nı) bağışlayandır, merhamet edendir.”[11]
وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
    “Peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi de yasakladı ise ondan sakının. Allah’tan korkun, çünkü Allah, azabı çok çetin olandır.”[12]  Buyuruluyor.
    3- Bazı tarikatların çeşitli sayısal düzenlemeler yaparak ve bazı kademelerine de makamlar koyarak zikri sınıflandırmaları, Örneğin bazılarında; 500 – 1000 – 5000 – ve yüz bine varan zikri çektikten sonra kelime-i Tevhit zikri çekebilirsiniz. Tahminen yüz bin gibi bir rakam kadar “Allah” zikri ile meşgul olmak bir insanın günde en az 5-6 saatini alır. Böyle bir metodu peygamberimiz (s.a.v.)’de göremiyoruz. O hiçbir sahabesini bu tip terbiye metotlarıyla terbiye etmemiştir.  Peygamberimiz ve Ashabı tek başına mücerred bir mana ifade etmeyen “Allah” zikri ile değil Sübhanallah, Elhamdulillah ve Allahu Ekber, Sübühanallahi ve bi Hamdihi, Lâ havle ve Lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azim, Lâ ilâhe illallâhu vahdehu Lâ şerike leh lehul mulku ve lehul hamd’u ve huve alâ kulli şeyin kadir. Gibi zikirlerle meşgul olmuşlardır. Onların hayatını incelediğimizde kuranla çok meşgul olduklarını görmekteyiz. Ayrıca En büyük zikir Kuran’dır. Yıllarca tarikatın içinde bulunan  Kuran’ı doğru dürüst okumayı dahi bilmeyen insanların öncelikle Kuran’ı öğrenmesi ve zikretmesi gerekir. Müslümanlar Dünyanın bir çok bölgesinde ezilirken, tecavüze uğrarken her türlü sıkıntıya duçar olmuşken geçip bir köşede 1 milyon kere, 10 milyon kere “Allah” diye zikir çekseniz bile, eğer Tevhidi bir imanı kalbinize yerleştirememişseniz müminler için hiçbir şey yapmıyorsanız bu zikrin çok fazla bir faydası olmaz. Kafirlerin ekonomik, Teknolojik ve askeri alanda Müslümanların kat, kat üstünde olduğu bir dönemde Müslüman’ın zikri (virdi) ilim olmalı, çalışmak ve her alanda güçlenmek için çaba göstermek olmalıdır. Günün şartlarında yapılabilecek en büyük zikir budur.
    Bu şekilde zikirle meşgul olurken dünyadan habersiz bir şekilde yaşayanların hali: malını mülkünü çalmak üzere evine hırsız giren ve bununla da kalmayıp ırzına namusuna yönelen hırsızı durdurmak yerine evin başka bir köşesinde zikirle meşgul olan adamın haline benzemektedir. Dünyanın bir çok bölgesinde ve hatta kendi yaşadığımız bölgelerde Müslümanlar sıkıntı içerisinde yaşamaktadır. Müslümanların bu zilletten kurtulması için her türlü çabayı ve çalışmayı göstermeksizin bir köşede zikirle meşgul olanlar bununla oyalanadursun bu arada kafirler her türlü alanda teknolojik gelişmelerde bulunmaktadır. Bu nedenle Müslümanlar ile kafirler arasında büyük bir güç farkı meydana gelmiştir.
    Zikri Peygamberin yapmadığı şekilde yapanlara misal olması bakımından şu hadise ne kadar çarpıcıdır.  
   Biz İbni Mes’ud’un kapısında oturuyorduk vakit akşam ile yatsı arası idi Ebu Musa İbni Mes’ud’a gelerek “dışarı çık ey Eba Abdirrahman” dedi ibni mes’ud dışarı çıktı Ebu Musa’ya seni bu saat de kapıma getiren nedir dedi Ebu Musa Allah’ yemin ederim ki ben bir durumla karşılaştım o beni korkuttu inşallah hayırdır dedi ve konuşmasını şöyle sürdürdü “ mescidde bir topluluk gördüm içlerinden birisi şu kadar  Sübhanallah  şu kadar Elhamdulillah deyin diyordu bunun üzerine Abdullah gitti bizde beraberinde gittik onların yanına vardı ve “ siz nede çabuk sapıttınız halbuki Muhammed’in ashabı diridir, hanımları da daha yaşlanmadı peygamberin elbiseleri ve yemek kapları daha bozulmadı, siz oturup günahlarınızı sayın ben iyiliklerinizin Allah tarafından sayılacağına kefilim dedi” [13]
   “Siz bid’at olan bir şeye öncülük ediyorsunuz eğer bu yaptığınız bid’at değilse “Muhammed sapıklık içindedir” demek gerekir demiş. Abdullah b.utbe b. Erkad  “Ey ibni Mes’ud ben Allah’tan af talep ediyorum yaptığımdan pişman oldum demiş ve dağılmışlar” [14]
   Bu hadisede sahabenin zikir yapılmasına değil, onun yapılış şekline nasıl karşı çıktığını görüyoruz. Çünkü böyle olmasaydı o zaman şöyle derdi; nasılsa sonuçta Allah’ın zikriyle meşguller bunda ne sakınca olabilir ki. Ama böyle demiyor şiddetle karşı çıkıyor, onları uyarıyor ve onlarda tövbe edip dağılıyorlar. Oysa günümüz bidatçileri yapılan uyarıları bir türlü dikkate almayarak uydurdukları bidatlere Kuran ve sünnetten sündürerek tevil edip, delil bulmaya çalışıyorlar.                                             
   4- Bazı guruplar tarafından oluşturulan zikir meclislerinde yapılan zikirlerin ölmüş bir takım zat’lara hediye edilerek onların ruhaniyetinden yardım talep etmek dinde olmayan uygulamalardır.
وَمَنْ اَضَلُّ مِمَّنْ يَدْعُوا مِنْ دُونِ اللَََّهِ مَنْ لاَيَسْتَجيبُ لَهُ اِلى يَوْمِ الْقِيمَةِ وَهُمْ عَنْ دُعَائِهِمْ غَافِلُونَ (5) وَاِذَا حُشِرَ
النَّاسُ كَانُوا لَهُمْ اَعْدَاءً وَكَانُوا بِعِبَادَتِهِمْ كَافِرينَ (6)
     “Allah’ın yakınından kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseleri çağırandan daha sapık kimdir? Oysa ki bunlar onların çağrısının farkında değillerdir.”
     “O insanlar bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak, onlara kulluk ettiklerini kabul etmeyeceklerdir.” [15]
وَالَّذينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِه لَا يَسْتَطيعُونَ نَصْرَكُمْ وَلاَ اَنْفُسَهُمْ  يَنْصُرُونَ (197)
       “Onun yakınından çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler” [16]
      Böyle zikir meclislerinde Allah’tan başkasından yardım isteyenler, bu meclis üzerine Allah’ın Rahmetini değil ancak gazabını indirir. Bu hususta sahabenin hayatına baktığımızda hiç birisinin peygamberimizin ruhaniyetinden yardım talep etmediklerini ve himmet beklemediklerini görüyoruz.  Bu şirki işleyenler haddi aşarak takvada sahabeyi bile geride bırakmışlardır. Şimdi bu bidatçilere soruyoruz Resulullah’ın sünnetine uyuyorsanız bu davranış onun sahabesinde yok o halde bundan sonra bu şirki ve bidatleri terk edersiniz değil mi?  
    5- Bazı guruplar örtü altına girerek ve dili üst damağa yapıştırıp yaptıkları tefekkürü “hafi zikir” olarak kabul etmektedir halbuki zikir olabilmesi için kısık da olsa ses çıkması gerekir. Sessiz olarak yapılan bu zikir şeklinin Nakşibendi tarikatı tarafından Hz. Ebu Bekir (r.a.)’e kadar dayandırılmasının ve bu zikrin mağarada Peygamberimiz tarafından Hz. Ebu Bekir (r.a.)’e öğretildiği şeklindeki nakillerin aslı bulunmamaktadır. Düşmanın peşlerinde olması nedeniyle Peygamberimiz için endişelenen Ebu Bekir (r.a.)’e Peygamberimiz şöyle söylemiştir; “Ey Ebu Bekir korkma Allah bizimle beraberdir “[17], “Üçüncüleri Allah olan iki kişi için seni üzen şey ne olabilir ?”dedi. [18]
    Peygamberimiz Hz Ebu Bekir (r.a.)’e bak! şimdi sana bir zikir öğreteceğim bu çok faziletli bir zikir diyerek dilini üst damağına yapıştır sonrada içinden Allah diyerek zikret, gibi bir zikir tarifinde bulunmamıştır. Ayrıca Peygamberimiz ve sahabeden bir örtü altına girerek yapılan bir zikir şekli görülmemiştir ve dolayısıyla bidattir.
    Bidatçiler ve onların taklitçileri bize hep şunu söylerler: Şahı Nakşıbendi anlamadı da siz mi anladınız? İmam Rabbani bilmiyor da siz mi biliyorsunuz? Mevlana’ya bidatçi mi diyorsun? Evliyaya dil mi uzatıyorsun? Yada  o kadar profesör anlamadı da sen mi anladın.
    Bizde onlara soruyoruz: Bu dini Sahabe anlamadı da Şahı Nakşibendi mi daha iyi anladı? Ebu Bekir’ler Hz Ömer’ler, Hz. Ali’ler anlamadı da İmam Rabbani mi daha iyi anladı? Yada Sahabe anlamadı da o profesörleriniz mi daha iyi anladı? Yapmayın Allah aşkına bırakın bu bidatleri ve Allahın gazabından sakının. Bu bizim size yapmış olduğumuz bir tebliğdir. Ve Rabbimiz şahit olsun ki biz sizi uyardık. Hidayet ancak Allah’tandır.
    Peygamberimizin yapmış olduğu bütün zikirleri hakkında daha geniş bilgi sahibi olmak isteyenler İmam Nevevi’nin Ezkar ismiyle ünlü eserine baktıklarında yeterince bilgi sahibi olabilirler.
 
    Ebu Muhammed Musab Köylüoğlu
 

[1]Al-i İmran 3/191
[2]Nur 24/37
[3] Rad 13/28
[4]Araf 7/205
[5]Enfal 8/45
[6] Tirmizi- İbni Mace
[7] Müslim
[8] Müslim
[9] Tirmizi
[10]Nisâ Sûresi: 80
[11]Âl-i İmrân Sûresi: 31
[12]Haşr Sûresi: 7
[13] Abdullah ibni seleme – Heysemi – H.sahabe
[14] Ebul bahteri-Taberani- H.sahabe
[15] Ahkaf 46/5-6
[16]Araf 7/197
[17]Bidaye III/180- Hakim
[18]Buhari-Müslim
   İbni Abbas (radiyallahu anh)’den rivayete göre: “Rasülullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kabirleri ziyaret eden kadınlara, kabirleri mescid edinen ve oralarda kandil yakanlara lanet etti.”[1]
   Cami duvarına, kabir taşına ve mezar başına mum yakıp dilek tutmak ve benzeri davranışlarda bulunmak İslam ile alakası olmayan bidatlerden biridir. Bu âdet Müslüman Türklere Mecusilerden ve Hıristiyanlardan geçmiştir. Kabir başına mezar taşına mum yakan kişi oradaki yatırdan beklenti içerisine girmekte veya onunla bütünleştiğini ya da onun yaktığı ışığı takip ettiğini, onunla hemdem olduğunu düşünmektedir. Bu büyük bir hatadır ve şirktir. İslam’a göre insan ancak Allah’a iltica eder ve ona sığınır. O’nun dışındaki varlıklardan medet ummak yanlıştır. Bu itibarla kabirlerde mum yakma adeti yanlış bir inançtır ve hurafedir.


Ebu Muhammed Musab KÖYLÜOĞLU


[1] (Ebu Davud-Cenazeler-76-78/3236)
   Değerli kardeşlerim ehlisünnetin yolu bizim her zaman savunduğumuz bir yoldur. Bizim için en önemli ölçü her hususta Kuran ve sünnet ölçüsüdür. Savunduğumuz bütün fikirler mutlaka kuran ve sünnetten delillere dayanmaktadır. Biz hiçbir zaman delilsiz ve mesnetsiz bir şey savunmadık. Bizim fikirlerimizi ve ortaya koyduğumuz gerçekleri hiç dikkate almayanlar bizim için bir sürü hakarette bulundular.
   Biz hiç kimseye hakaret etmedik ve kimsenin şahsına aşağılayıcı eleştiriler yöneltmedik. Ancak bizim hakkımızda çeşitli hakaretler ve karalamalar yapılmaktadır. Bize yöneltilen yaftalardan bir tanesi de Vahhabilik. Bizim Vahhabi olduğumuz hakkında sözler sarfedenler ve insanları bizden sakındırmaya çalışanlar var. Ben bunlara diyorum ki: biz insanları ne Muhammed bin Abdulvehhab ne ibni Teymiyye nede bir başkasının yoluna çağırmadık. Biz insanları Allah’ın ve Resulünün yoluna çağırdık. Kim olursa olsun bu yola çağırırsa biz onunla birlikteyiz. Eğer Allah’ın ve Resulünün yolundan başka bir yola kim çağırırsa çağırsın ondan da uzağız.
   Biz sohbetlerimizde Muhammed bin Abdulvehhab’ın öğretilerini değil peygamberimizin sünnetini işledik ve bu yola çağırdık. Bizim fikirlerimiz karşısında delil getiremeyenler bizi vahhabi diye yaftalıyorlar. Bizim her ifademizde ya Kuran’dan yada sünnetten bir delil bulursunuz. Oysa insanlara hikaye anlatanlar, kurandan ve sünnetten haberi olmayanlar karşımıza delil ile gelecekleri yerde karalama yolunu seçmektedirler.
Ayrıca bizi Vahhabi diye karaladıklarını zannedenlerin Vahhabi kimdir ve bu yol nedir? Bundan haberi dahi bulunmamaktadır. Gel bakalım anlat desen doğru dürüst hiçbir bilgi veremeyecek. Ama Vahhabi onlar diyerek sanki vahhabi teröristmiş gibi, çok tehlikeli ve İslam dışı insanlar gibi lanse edilmektedir.
   Peki Muhammed b. Abdulvehhab neyi savunuyor? Buna cevabı kendisi vermiş. Şimdi ben size kendi verdiği cevapdan birkaç bölüm okumak istiyorum.
   “Bilinsin ki benim akidem, kurtulan fırka ehl-i sünnet ve’l cemaat akidesidir. O da Allah’a, meleklerine kitaplarına, resullerine, ölümden sonra dirilişe iman etmek ve hayrıyla şerriyle kadere imandır. Allah’ı kitabında ve resulünün lisanıyla kendi zatını vasfettiği gibi, tahrifsiz ve ta’tilsiz vasfetmek de Allah’a imandandır. Ben ta’til ve tahrifin tam aksine Allah’a
   “O’nun bir benzeri yoktur, O işitendir, görendir.” Diye itikad eder, ne kendi zatını vasıflandırdığı şeyleri nefyederim, ne kelimeleri tahrif edip, yerlerinden oynatırım nede isimlerinde ayetlerinde ilhada saparım. Ne nasıllığını takdir ederim, ne de O’nun sıfatlarını yaratılmışların sıfatlarına benzetirim. Çünkü O yüce zatın; ne bir adaşı, ne bir dengi, nede bir benzeri vardır. Ve o yarattıkları ile kıyaslanamaz.”
   “İtikad ediyorum ki: Kur’an Allah’ın kelamıdır, indirilmiştir, yaratılmış değildir.”
  “İman ederim ki. Allah her dilediğinimyapandır. O’nun iradesi olmaksızın hiçbir şey olmaz. Hiçbir şey O’nun meşieti dışına çıkamaz. Alemdeki hiçbir şey O’nun takdiri haricinde kalamaz.”
   “Nebi (s.a.v.)’in ölümden sonra olacak şeylere dair haber verdiği şeylere, iman ve itikad ederim. Kabir fitnesine ve nimetine ruhların cesetlere iadesine, insanların yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olarak  Rabbül Alemin için kalkacaklarına, güneşin üzerlerine yaklaşacağına, mizanın kurulacağına, onda kulların amellerinin tartılacağına iman ederim.”
  “Sıratın , cehennemin üstünde bir yamacından diğer yamacına kurulacağına, insanların onun üzerinden amelleri ölçüsünce geçeceklerine iman ederim.”
   “Nebi (s.a.v.)’in şefaatine de iman ederim. O ilk şefaatçi ve şefaati ilk kabul edilendir. Nebi (s.a.v.)’in şefaatini, bidat ve dalalet ehlinden başkası inkar etmez. Ancak şefaat izin ve rızadan sonradır.”
   “İman ederim ki: Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) nebilerin ve resullerin sonuncusudur. Kulun imanı O’nun risaletine iman etmedikçe ve nübüvvetine şehadette bulunmadıkça sahih değildir.”
   “Evliyanın kerametlerini ve keşiflerini ikrar ederim. Ancak onlar, Allah’ın hakkı olan şeylerden hiçbir şeye hak sahibi değillerdir. Allah’tan başkasının güç yetiremeyeceği şeyler onlardan istenilmez.”
   “Müslümanlardan hiç kimseyi, günahı dolayısıyla tekfir etmem ve onu İslam dairesinden dışarda görmem”
   “Bidat ehlini terk etmeyi ve tevbe edinceye kadar onlardan ayrılmayı, onlar hakkında zahir ile hükmetmeyi ve iç dünyalarını Allah’a havale etmeyi gerekli görürüm. İnanırım ki: dinde ortaya atılmış her bir yenilik bidattir.”
   “İman dil ile söylemek, azalarla amel etmek ve kalp ile tasdik etmek olduğuna, itaat ile artıp, günahlar ile eksildiğine inanırım.”
    Değerli kardeşlerim bize hakaret etmek ve bir takım yaftalar yakıştıranlar bunun yerine bize ilmi olarak karşılık vermelidirler. Biz Kuran’ı ve peygamberin sünnetini anlatırken anlattıklarımızın İbni teymiyye ile Muhammed b. Abdulvehhab ile yada bir başkasıyla örtüşmesinin nedeni kuran ve sünnete bakış açımızın aynı olmasındandır. Biz hiç tanımadığımız birçok kardeşimizle aynı şeyleri yaşadığımızı ve savunduğumuzu çok kere müşahede ettik. Buda şunu gösteriyor ki: kaynak bir olunca Müslümanların tevhidini ve bir araya gelmelerini sağlamak mümkün olmaktadır.
   Biz işin kaynağı olan Kuran’a ve sünnete davet ediyoruz. Hiçbir alim bunun ötesine geçemez. Alimler seviliyorsa bu yola davet ettikleri için seviliyor. Bu yolu kim ki öğrenir ve öğretirse savunur ve yaşarsa onun başımız üstünde yeri vardır. Bu yoldan sapanı ne alim kabul ederiz nede peşinden gidilmesini isteriz. Bizim yolumuzu açık ve net ifade ediyorum: biz ne Vahhabiyiz, ne filancı ne falancı ne mealci nede bir başkası değiliz. Biz Ehl-i Sünnet ve’l cemaatin yolu, yani Kuran ve sünnetin rehber olduğu selefi salihin yolunu takip ediyoruz. Bu yolu savunan alimleri başımızın tacı kabul eder, bu yoldan sapanlardan ise uzaklaşır ve durumlarını Allah’a havale ederiz. Biz Vahabi değil Muhammediyiz. Biz hz. peygambere iman ettik Muhammed b. Abdulvehhab’a değil. Ama eğer aynı yolda ve aynı şeyleri savunuyorsak insanlar bizi yaftalasa da Muhammed b. Abdulvehhab’ın başımızın üstünde yeri vardır. Biz bazı çevreler istediği için değil Allah ve resulünün yolu olduğu için ibadetlerimizi yapıyor ve buna göre itikadımızı şekillendiriyoruz.
   Bunun ötesinde Müslümanlara iftira atanlara ahirette verecekleri hesabı hatırlatıyorum. Hakkımızda konuşanlar ona göre konuşsunlar.
 .
Musab Köylüoğlu