ÖLÜ İÇİN TELKİN VERMEK

Cenaze kabre konduktan ve başında Kur’an okuma da tamamlandıktan sonra, kalabalığın orayı terk etmesinden sonra geride kalan bir kimsenin kabrin başında yüksek sesle ve ölüye hitaben iman esaslarını hatırlatması, ölünün Münker ve Nekir meleklerine karşı vermekle sorumlu olduğu cevaba yardım etmek işlemine telkin denir.
  Telkin şöyle yapılmaktadır: Cenaze defnedildikten sonra iyi hal sahibi bir kimse ölünün yüzüne karşı durur ve ona ismiyle hitaben “Ey falan!” diye üç kez seslenir ve sonra şu duayı okur:
   Bismillâhi ve  alâ  milleti  Resûlullahi, Allâhümme abdüke nezele bike ve ente hayra menzilin bihi hallefet-dünya halfe zahrihî fec’al mâ gadime ileyhi hayran mim men hallefe fe inneke  gulte ve mâ indallâhi hayrul ebrar.
   “Allah’ın adıyla ve Resûlullah’ın milleti üzre (defn ediyoruz). Allah’ım, kulun sana vardı! Kendisine varılanların en hayırlısı sensin! Dünyayı arkada bıraktı. Gideceği yeri daha hayırlı kıl. Zira sen şöyle demişsin. ‘Allah’ın katındaki, iyilik yapanlara dünyadan daha hayırlıdır.”
   Uzkur mâ haracte aleyhi mined-dünya şehadeten en lâ ilâhe illallâh. Ve enne Muhammed’en Resûlullah. Ve ennel cennete haggûn, Ven-nâre haggun, ve ennel ba’se haggun. Ve ennes–sâate  âtiyetün lâ raybe fîyhâ, Ve ennallâhe yeb’asü men fil gubur. Ve enneke radiyte billâhi Rabben. Ve bil islâmi diynen, ve bi Muhammed’in (s.a.v.)’e Nebiyyen, ve bil Kur’âni imâmen, ve bil  ka’beti kıbleten, ve bil mü’miniyne  ihvânâ.
   “Ey falan! Hayatta iken üzerinde olduğun, benimsediğin şu hususları unutmayasın: Allah’tan başka Tanrı yoktur ve Muhammed O’nun elçisidir. Cennet ve cehennem gerçektir, yeniden diriliş vardır, kıyamet saati kuşkusuz gelecektir. Allah kabirde yatanları yeniden diriltecektir. Yine unutma ki, sen Rab olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, peygamber olarak Muhammed’i, imam olarak Kur’an’ı, kıble olarak Kâbe’yi ve kardeş olarak müminleri seçmiş ve bununla mutlu olmuştun.”
   Üç defa :  Yâ Ahmed ibn-i Ayşe, Gul lâ ilâhe İllallâhu. 
   “Ey Ayşe’nin oğlu Ahmed deki; Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.”
   Üç defa : Gul Rabbiyallâhu lâ ilâhe illâ hu, aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbul arşil aziym. 
   “Deki: Rabbim olan Allah’tan başka Tanrı yoktur, ben ona dayandım, büyük arşın Rabbi de O’dur.”
   Gul Rabbiyallâhü ve diyniyel islâmi ve Nebiyi Muhammed’ün Rabbi  lâ tezerhü ferden ve ente hayr’ul – vârisîyn.
   “Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed’dir. Ey Rabbim, sen onu tek başına bırakma, vârislerin en hayırlısı sensin.”
   Bu mesele peygamberimiz tarafından yapılmış bir sünnet olmamasına ve bu hususta açık ve sahih bir rivayet bulunmamasına rağmen âlimler arasında ihtilaf konusu olmuştur. İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Şafii müstehab olarak görürken, İmam Malik tarafından mekruh ve İmam Ebu Hanife için de yapılmasında ya da yapılmasında sakınca görülmeyen bir davranış olarak görülmüştür.
   Yapılmasını müstehab kabul eden mezhep imamlarına göre Peygamberimizin “Ölülerinize `lâ ilâhe illallah’ telkin ediniz” hadisine istinaden ölüler için telkin yapmanın caiz ve müstehap olduğunu söylemişlerdir. Karşı görüşte olan âlimlere göre ise buradaki “Ölülerinize” kelimesinden kastın ölmek üzere olanlar olduğu belirtilmektedir.
   Peygamberimizin (s.a.v.) cenaze defninden sonra hemen dönmez, bir müddet mezarı başında bekler ve cemaate şöyle derdi: “Kardeşiniz için yüce Allah’tan mağfiret isteyiniz ve kendisine sükûnet vermesini dileyiniz. O şimdi sorguya çekilmektedir.” (Ebû Dâvud, “Cenâiz”, 3221)
   îbn Ömer’den (r.a.) demiştir ki: Ölü mezara konurken Peygamber (s.a.v.) “Bismillahi ve ala sünnet-i Rasûlillahi = Ey ölü, seni Allah’ın adıyla (bu kabre indiriyoruz), Rasûlullah’ın yolu ve dini üzere (seni teslim ediyoruz)” diye dua edermiş. (Sünen-i Ebu Davud-Cenaze-3213)
   Kuran ayetlerinde nasıl ki bir ayet başka bir ayeti tahsis edip, açıklıyorsa aslında hadislere de bu şekilde bir bütün olarak bakılmalı ve sonuç çıkarılmalıdır. Hadiste geçen ölülerinizden kastın aslında ölmek üzere olanlar olduğunu şu rivayetlere bütünüyle bakmakla anlamak mümkün olmaktadır: Yahya b. Umare dedi ki: Ben Ebû Said el-Hudri’yi Rasûlullah (s.a.v.) “Ölülerinize La ilahe illallah (sözünü) telkin ediniz.” buyurdu, derken işittim. (Sünen-i Ebu Davud-Cenaze-3117)
   Peygamber  efendimiz  (s.a.v.)  şöyle  buyururdu:  “Her  kim  Allah’tan  başka  hiçbir  ilah olmadığını bilerek ölürse cennete girer.” Bir başka hadiste de şöyle buyurulmaktadır: “Her kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ölürse, cennete girer.” Müslim
   “Ölülerinize; ‘Lâ İlâhe illâllah’ı telkin edin. Çünkü ölüm halinde onu söyleyen bir mü’mini bu kelime, Cehennemden kurtarır.” “Son sözü Lâ ilâhe illâllah olan kimse Cennete girer.” (Müslim, Cenâiz 1, 2; Ebû Dâvud, Cenâiz 16).
   Muaz b. Cebelden rivayet olunduğuna göre, Rasûlul­lah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Son sözü la ilahe illallah olan kimse cennete girmeyi hak etmiştir.” Sünen-i Ebu Davud-Cenaze-3116
   Bu rivayetleri aşağıdaki rivayetlerle birlikte incelediğimizde telkinin kimler için yapılabileceği ortaya çıkıyor. Ölmeden önce son sözün la ilahe illallah olmasının önemi anlatılıyor. Ve daha sonrada ölmek üzere olanların son sözünün la ilahe illallah olması için ölüm sarhoşluğunda onlara telkin edilerek yardım edilmesi tavsiye ediliyor.
   Ebû Kâmil-i Cahderi Fudayl b. Hüseyin ile Osman b. Ebî Şeybe hep birden Bişr’den rivayet ettiler. Ebû Kâmil dedi ki: Bi­ze Bişrü’bnü’l Mufaddâl rivayet etti. (Dedi ki): Bize Umâratü’bnü Gaziyye rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya b. Umara rivayet etti. Dedi ki: Ebû Said-i Hudri’yi şöyle derken işittim: Resûlüllah (s.a.v.) “Ölenlerinize Allah’tan başka ilâh yoktur, sözünü telkin edin.” buyur­dular.  (Müslim-Cenaze-916, Tirmizi-Cenaze- 976)
   Bize Ebû Şeybe’nin oğulları Ebû Bekir ile Osman riva­yet ettiler. Bana Amru’n-Nâkıd da rivayet etti. Bunlar hep birden dediler ki: Bize Ebû Hâlid-i Ahmar, Yezîd b. Keysân’dan, o da Ebû Hâzim’den, o da Ebû Hüreyre’den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resûlüllah (s.a.v.) “Ölenlerinize: Allah’tan başka ilâh yoktur, demelerini telkin edin.” buyurdular. (Müslim-Cenaze- 917)
   Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Hastanın ya da ölenin yanında bulunduğunuz vakit hayır söyleyiniz.  Çünkü şüphesiz melekler sizin söylediklerinize âmin derler.” (Müslim, Sünen-i Ebu Davud-Cenaze-3115)
   Enes  (r.a.)’ın rivayet ettiği şu hadistir:  “Rasûlullah  (s.a.v.)  ensardan hasta bir adamı ziyaret etti. Ona dayıcığım dedi. La ilahe illallah de. Adam ona ben dayımı, amcamı olurum dedi. Peygamber hayır dayı diye buyurdu. Adam: La ilahe ilallah demek benim için hayırlı bir şey midir? Peygamber (s.a.v.): Evet diye buyurdu.” İmam Ahmed (III, 152-154, 268)
   Müseyyeb İbn-i Hazn(r.a.)’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ebû Tâlib`e ölüm (alâmetleri) geldiği sırada ona, Resûlullâh (s.a.v.) geldi. Ve amcasının yanında Ebû Cehl İbn-i Hişâm ile Abdullah İbn-i Ebî Ümeyye`yi buldu. Resûlullâh (s.a.v.) Ebû Tâlib`e:  “Ey ammi! (Lâ ilâhe illâllâh) de, nezd-i Bârî`de kendisiyle sana şehâdet ve şefâat edebileceğim (bu mübârek) kelimeyi söyle!” buyurdu. Ebû Cehil ve Abdullah İbn-i Ebî Ümeyye: Ey Ebû Tâlib! Abdülmuttalib milletinden yüz mü çevireceksin? Diye men ettiler. Resûl-i Ekrem amcasına bu kelime-i tevhîdi arza devâm ediyordu. Bu ikisi de mütemadiyen o sözlerini tekrar eyliyorlardı. Nihayet Ebû Tâlib bunlara söylediği son söz olarak:  “O, (yani ben) Abdülmuttalib milleti üzredir” dedi ve “Lâ ilâhe illâllâh” demekten çekindi. Resûlullâh (s.a.v.): “İyi bil amcacığım! Yemîn ederim ki ben, hakkında mağfiret dilemekten nehy olunmadıkça herhalde Allâh’u Teâlâ`dan senin için af ve mağfiret dilerim!” dedi.  (Buhari –Cenaze-665)
   Enes b. Malik (r.a.)’den rivayete göre; (Abdü`l-Kuddüs) adlı bir Yahûdî çocuğu vardı. Nebî (s.a.v.)`e hizmet ederdi. (Bir ara) çocuk hastalandı. Nebî aleyhi`s-selâm bunu iyâdeye geldi. Ve başucunda oturdu. Ve çocuğa: “Müslüman ol!” buyurdu. Çocuk (yanında bulunan) babası (nın yüzü) ne baktı. Babası oğluna: ‘Ebü`l-Kâsım (s.a.v.)`ın emrini kabûl et!’ dedi. Abdü`l-Kuddüs de hemen: – (Eşhedü en lâ ilâhe illâ`llâh ve eşhedü enne Muhammeden resûlullâh) deyip Müslüman oldu. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) hastanın yanından çıkarken: ‘Şu çocuğu Cehennem ateşinden halâs eden Cenâb-ı Hakk`a hamd ü senâlar olsun.’ diyordu.”  (Buhari-Cenaze-663)
  Cenab-ı Hak (c.c.)  buyuruyor ki: “Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz ki Allah, dilediğine işitti­rir. Sen, kabirlerdekine işittiremezsin.” Fatır 35/22
  “İbnu’l-Cevzî bu ayetin tefsirinde şöyle der: Yüce Allah, “kabirdekiler” ile kâfirleri kastetti ve onları ölülere benzetti” yani, kabirlerde olanlar, Allah’ın kitabını işitemeyecekleri ve Onun öğütlerinden yararlanamayacakları gibi, kalbi ölü olan kimse de, işittiğinden faydalanamaz.” (Savfetü’t Tefasir /Fatır suresi. 22. Ayetin tefsiri)
   Ayet üzerinde dikkatle düşünüldüğünde kabirde bulunanların öğütlerden yararlanamayacakları üzerine de vurgu yapılıyor. O halde nasıl onlara öğüt verilebilir ve hatırlatma yapılabilir.
   Sağ iken öğüt almayan, hidayete talip olmayan ve ömrünü boş işler peşinde geçiren birisi ölüm vaki olup da perdeler açılınca ve imtihan süreci sona erince mi aklı başına gelip öğüt alacak? O zaman zaten olayın dehşetiyle her şeyin farkına varacak varsa bir bilgisi kimsenin hatırlatmasına gerek kalmadan cevabını verecektir. Hiçbir bilgisi yoksa Allah’tan uzak bir hayat yaşamış ise, Allah’ı unutmuş, Rasulünü unutmuş ve Allah’ın kitabını arkasına atmışsa istediğiniz kadar telkinde bulunun bir faydası olmaz.
   “Onlar, kendilerine meleklerin gelmesini mi, ya da Rabbinin gelmesini mi veya Rabbinin bazı ayetlerinin gelmesini mi gözlüyorlar? Rabbinin ayetlerinden bazılarının geleceği gün, daha önce iman etmemişse veya imanıyla bir hayır kazanmamışsa hiç kimseye imanı yarar sağlamaz. De ki: “Bekleyin, biz de şüphesiz beklemekteyiz.” En’am 6/158
   Bu ayet kâfirlerden ve onların iman etmek için Allah’ı ve melekleri görmek istemelerinden ve Allah’ın ayetlerini açıkça görmeleriyle iman etmelerinin artık bir şey ifade etmeyeceğinden bahsediyor.  Ama bu ayette dikkat edilmesi gereken bir hususta şudur: Münker ve Nekir melekleri geldiği zaman Allah’ın ayetlerini ve dünya hayatından ayrılarak gaip olan ahiret hayatına geçişle birlikte gerçekleri kesin bir şekilde gören kişi için de aynı şey söz konusu olmaktadır. Yani o saatten sonraki hatırlatma bir işe yaramaz. Yani ölüler işitse de işitmese de öğüt alıp, amel etme süreci sona ermiştir.
   Enes b. Malik (r.a.)’den Nebî (s.a.v.)`in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “(Mü`min) kul, kabrine konulup onun ashâb ve yârânı geri dönüp gittiklerinde -ki meyyit, bunlar yürürken ayakkabılarının sesini bile muhakkak işitir- ona (Münker ve Nekîr adlı) iki melek gelir. Bunlar meyyiti oturturlar. Ve ona: Hâ! Şu Muhammed (s.a.v.) denilen kimse hakkında (ki kanaatin nedir?) Ne dersin? Diye sorarlar. O mü`min de: Samîmî bildiğim ve size de bildirmek istediğim şudur ki, Muhammed (s.a.v.) Allâh`ın kulu, ve Allâh`ın Resûlü`dür, diye cevap verir. Bunun üzerine melekler tarafından: Ey mü`min! Cehennem`deki yerine bak, Allâhu Teâlâ bu azâb yerini senin için cennet`ten (yüce) bir makama tebdîl eyledi, denilir. Nebî (s.a.v.): “O mü`min, cehennem ve cennet`teki iki makâmını birden görür” buyurmuştur. Fakat kâfir veyahut münâfık olan meyyit (meleklerin bu suâline karşı): ‘Muhammed hakkında bir şey bilmiyorum. Halkın ona (peygamber) dedikleri bir sözü (işitir), ben de halka uyup söylerdim’, diye cevap verir. Bu iki melek tarafından bu kâfir veya münafığa: ‘Hay sen anlamaz ve uymaz olaydın!’ denilir, sonra bu kâfir veya münafığın iki kulağı arasına demirden bir topuzla vurulur. O topuzu yiyince kâfir veya münâfık şiddetli sayha ile bir bağırır ki, bu feryâdı ins ve cinden başka bu ölüye yakın olan her şey işitir.” (Buhari-Cenaze- Hadis no:658)
   Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Sizden biriniz veya ölü kabre konulunca simsiyah mavi gözlü iki melek ona gelir onlardan birine münker diğerine nekîr denilir. O iki melek şöyle derler: Bu Muhammed denilen adam hakkında ne dersin? O kimse ise ölmeden önce söylediğini aynen tekrar ederek: O Allah’ın kulu ve Rasûlüdür. Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka gerçek ilah yoktur. Muhammed’de onun kulu ve elçisidir. O iki melek derler ki: Senin böyle söyleyeceğini biliyorduk. Sonra o kabir yetmiş arşın kadar genişletilir ve aydınlık hale getirilir ve rahatça yat uyu burada denilir. O kimse bu durumu benim aileme dönüp haber verebilir miyim? Deyince o iki melek; gelin güvey gibi rahatça uyu gelin güveyi olan kimseyi ailesinden en çok sevdiği kimse uyandırır derler. O kişi o kabirde mahşer için diriltilinceye kadar rahat rahat uyur.
   O kabre konulan kimse münafık ise Muhammed (s.a.v.) hakkında sorulan soruya; İnsanların peygamber dediklerini duydum bende aynen öyle söyledim, gerçek midir? değil midir? bilemiyorum diyecek. Bunun üzerine o iki melek; senin böyle söyleyeceğini biliyorduk derler. O kabre, sıkıştır onu denilir, kabirde onu sıkıştırır da kaburga kemikleri yerlerinden oynar. Allah onu böylece mahşer günü uyandırıncaya kadar azab etmeye devam eder.” (Tirmizi-Cenaiz:70, Nesâî, Cenaiz: 114; Buhârî, Cenaiz: 86)
   Şayet ölen kişi kulluğunu ortaya koyan ve ihlâslı amellerle yaşamış birisi ise zaten bir telkine ihtiyacı olmayacaktır. Çünkü böyle mü’minler için hiçbir korkunun olmayacağı ayetlerle bildirilmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) bunu şöyle haber veriyor: “Bu ümmet kabirlerinde imtihan edilecek. İnsan defnedilip arkadaşları ondan ayrılınca, elinde topuzla bir melek gelerek onu oturtur ve; “Bu adam (Rasûlullah hakkında ne dersin “? diye sorar. Kişi mü’min ise; “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)’in, Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet ederim” diye cevap verir. Melek de ona; “Doğru söyledin” der…” (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, III, 3, 40).
   Kâfir ve münafık ise yukarıdaki hadiste de geçtiği üzere suallere cevap veremeyecektir.
   Rivayete göre Taberanî “Kebir” de ve ibn-i Ebû Mende, Ebû Umâme (r.a.)’den o da Resûlullah (s.a.v.)’den rivâyet ettiklerine göre O (s.a.v.) şöyle buyurdu:
   “Kardeşlerimizden biri ölüp üstünü toprakla kapatırsanız sizden biri kabrin baş ucunda durarak: Ey filan ibn-i filan! Desin, çünkü ölü muhakkak işitir, yalnız cevap veremez. Sonra yine, ey filan ibn-i filan desin. Çünkü o zaman kabrinde oturur. Bir daha ey filan ibn-i filan desin. O da o zaman, “beni irşad edin, Allah’ın rahmetine kavuşasınız”, der. Ama siz onun böyle demesini fark edemezsiniz. Sonra şöyle desin:
   “Dünyaca sahip olduğun inancını hatırla, Allah’tan başka ilâhın olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehadet et. Zaten sen Allah’ın Rab olduğuna, İslâm’ın din olduğuna, Muhammed’in peygamber olduğuna, Kur’ân’ın imam olduğuna razı olmuştun.” İşte o zaman Münker ve Nekir melekleri ondan uzaklaşarak “kendisine deliller telkin edilenin yanında oturmaya hacet yoktur” derler. Allah, o iki meleğe karşı ölünün savunucusu olur. (İmam Celâleddin Es-Süyûtî, Kabir Âlemi, s. 190-191)
   Bu rivayete göre kendisine telkin verilmeyen kişinin hücceti olmayacak ve suallere cevap veremeyecek. İrşad edilme ise sağ iken olabilecek bir şeydir. Öldükten sonra irşad etme olsaydı o zaman gerçeklerle yüz yüze gelen herkesi kolayca iman ettirmek mümkün olurdu. Şayet böyle bir irşad olsa neden peygamberimiz ölmek üzere olan insanlara Kelime-i tevhidi söylettirebilmek için çaba harcamazdı.
   Osman b. Affan’dan (r.a.) demiştir ki: Peygamber (s.a.v.) cenazeyi defnetme işini bitirince, (cenazenin kab­rinin) başında durup: “Kardeşiniz için (Allah’tan) af dileyiniz. Onun için (kabir sua­line cevap vermekte) muvaffakiyet isteyiniz. Çünkü o, şu anda sorgu­ya çekiliyor.” buyurdu. (Ebu Davud-Cenazeler-3221)
   Bu rivayete göre Resulullah (s.a.v.) telkinde bulunmayı değil, kabirde bulunan için dua etmeyi tavsiye ediyor. Telkin ile yapılan hatırlatma tıpkı sınavda sorulara cevap vermekte zorlanan birisine iyi bilen birisinin kopya vermesi gibi bir şey olmaktadır. O zaman sorgu melekleri kopyacıya kızan öğretmen gibi telkinde bulunanlara neden yardımcı oluyorsunuz bu adam dünyadayken öğüt almadı Allah’ın ayetlerini dikkate almadı, Rabbini tanımadı ve emirlerine uymadı ama siz ona yardım ediyorsunuz diye kızsa yeridir. Bu durum imtihanı bitirmiş sınav kağıdı teslim edilmiş birisine yardım etmeye çalışmak gibi bir şey olmaktadır. Yani imtihan bitmiş siz hala ona yardımcı olmaya çalışıyorsunuz.
   Şayet telkin ile ölenlerin kelime-i şehadeti söyleme ve sorulan suallere cevap verme imkânı olsaydı o zaman gerçeklerle yüz yüze gelen kâfirlere bile Müslüman olmaları telkin edilerek bu yaptırılabilirdi. Allah (c.c.) Müminlerin özelliklerini sayarken onların gaibe iman ettiklerinden bahsediyor. Ölünce perdeler açılacak ve gaip olan bilgiler, ölen kişi için ortaya çıkmış olunca söylenen kelime-i şehadetin ne manası olacaktır. Önemli olan görmediği halde iman etmek, kulluğunu ortaya koymak ve salih ameller işlemektir.
   Allah (c.c.) buyuruyor ki: “O (Allah), hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.” (Mülk: 67/2)
   “Kendisine iyilik ve kötülük yapabilme kudreti verilen insanın yaradılışı maksatsız değildir, bilakis Allah onu imtihan etmek maksadıyla yaratmıştır. Bu hayat insana verilmiş bir imtihan süresidir ve ölüm bu sürenin sona ermesi demektir. Üçüncüsü, Yaratıcı’nın bu süreyi (fırsatı) insana vermesinin nedeni, onun iyi mi, kötü mü olduğu dünyada fiilen ispatlansın diyedir.” (Mevdudi-Tefmu’l Kuran)
   “O’nun arşı su üzerinde iken amel bakımından hanginizin daha iyi olduğunu denemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur.” Hud 11/7
   Dünya insanın kendisine verilen imkan dahilinde iyi yada kötü ne yapacağının belirlenebileceği bir yerdir. Bura çalışma ve gayret gösterme yeri ahiret ise yapılanların karşılığının verileceği yeridir.
   Peygamberimiz (s.a.v.) ölen birsinin defninden sonra kabri başında yukarda geçtiği gibi bir telkinde bulunmamıştır.  Telkin yapılabileceğine dair görüş sahiplerinin dayandığı deliller ise tevil sonucunda elde edilen ya da zayıf delillerdir.  Oysa bu konuda gelen rivayetlerin bütününe bakıldığında ölenler için değil ölmek üzere olanlar için telkin yapılabileceği, kabire konulan için de dua edilebileceği açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
 .
.
Ebu Muhammed Mus’ab KÖYLÜOĞLU

0 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.

MEVLİD – Vesîlet’ün Necât

   (Vesîlet’ün Necât):
   Arab dilinde “Mimli masdar” adı verilen ve “doğum zamanı, doğum yeri, doğmak” mânâlarında kullanılan “mevlid”, halk arasındaki teâmül dikkate alındığı zaman, “Hz. Muhammedin doğum zamanı” mânâsında kullanılmaktadır.
   Mevlid kutlamaları Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ahirete intikalinden yüzlerce yıl sonra yaklaşık hicri 4. yüzyılda ilk olarak ortaya çıkmaya başlamıştır.
   Bu kutlamalarda Resulullah (s.a.v.) için kasideler okunmaktaydı. İşte bunlardan en meşhur olan, Mevlid kandillerinde okunan Vesîlet’ün Necât Osmanlı padişahı Sultan birinci Murâd Han’ın vezîrlerinden Ahmed Paşa’nın oğlu, Şeyh Mahmûd Efendinin torunu, Osmanlı dönemi alimlerinden olan Süleyman Çelebi (1351-1422 m.) tarafından yazılmıştır. Mevlid; münâcaat (Allahü teâlâya yalvarma), velâdet (Peygamberimizin doğumu), risâlet (Peygamberliğin bildirilişi), mîrâc (Göklere çıkışı, Cennet’i ve Cehennem’i görmesi), rihlet (Peygamberimizin vefâtı) ve duâ bölümlerinden ibârettir. Üç yüze yakın beyitten oluşmaktadır.
   Mevlid-i şerif Hicri 4. asırdan günümüze kadar özellikle Osmanlı (Türk) toplumu içerisinde önemli bir yer edinmiş ve Peygamberimizin doğum günlerinin, kandillerin, Cenaze ve sünnet merasimlerinin en önemli unsuru haline gelmiştir.
   Osmanlılar tarafından mevlid, ilk defa III. Murat zamanında, 1588′de resmi hale getirildi. Merasimler, belirlenmiş teşrifât kaidelerine uygun olarak sarayda tertiplenir, ayrıca, önceleri Ayasofya Camii’nde, sonraları ise Sultan Ahmed Camii’nde yapılan merasimlere, devlet erkanıyla birlikte halk da katılırdı.
   çelebi MEVLİD   Vesîlet’ün NecâtBu merasimlerde, önce müezzin tarafından Kur’an-ı Kerîm okunur, bunun peşinden de vaazlar verilirdi. Daha sonra mevlidhân kürsüye çıkar ve bir bölüm okuduktan sonra iner hediyesini alır ve ikinci mevlidhan kürsüye çıkarak, okumaya devam eder ve belirlenmiş kaideler çerçevesinde mevlid kutlamaları son bulurdu.
   İlk zamanlar, sırf Resulullah (s.a.s.)’in doğduğu zaman ve sadece camilerde okunan mevlid, sonraları para karşılığında hanendeler tarafından rastgele zamanlarda okunur olmuştur. Kandil gecelerinde, ölülerin ardından; kırkıncı, elli ikinci gecelerinde, sene-i devriyelerinde de mevlidler okunmaya başlanmıştır.
   Mevlid kutlamalarını Peygamberimize olan sevginin tezahürü olarak görenler, onun sünnetine gereken önemi vermedikleri halde, peygamberimizin bir çok sünnetinden habersiz oldukları halde onu çok sevdikleri iddiasında bulunmaktadırlar. Oysa sevginin en açık belirtisi onun yolundan gitmek ve onun yapmadıklarını terk etmekle mümkün olabilecektir. Onun şerefli ashabı böyle bir sevgi gösterisinde ve anma merasiminde bulunmadıkları halde daha sonraki nesiller içerisinde takvada ve sevgide ashabı da geçenler oldu. Mevlid kutlamaları ile sevgi gösterisi yapanların, gözyaşları dökenlerin bu saf ve temiz duygularını şeytanın nasıl da saptırabildiğinin farkına varmaları gerekmektedir. Çünkü diğer taraftan bakıldığında bu davranış sünnetine tabi olunmadan ortaya konulan içi boş bir sevgi gösterisi olmaktadır.
   Muhteviyatı ilk bakışta Peygambere yazılmış bir şiir olarak masum gözükse de, üzerinde düşünüldüğü zaman içerisinde uydurma hâdiselerinde olduğu tespit edilecek ve Peygamberimize yönelik abartılı övgülerin olduğu görülecektir.
   Bir hadiste “Biz Beni Amir heyeti olarak Rasulullah’a gittik ve sen bizim büyüğümüzsün dedik H.z. Peygamber (s.a.v.) “Büyük olan Allah’tır” dedi biz “sen fazilet bakımından bizim en üstünümüzsün, vermek bakımından bizim ileride olanımızsın” dedik peygamber “sakın fazla ileri gidip de şeytanın elçileri olmayınız.” Buyurdu. [1]
   Peygamberimiz (s.a.v.)’in sağlığında ve vefatından sonra ne sahabe tarafından, ne tabiin, ne tebe-i tabiin, ne de daha sonraki ehli sünnet alimleri tarafından, onun doğum günü kutlanmamıştır. Ayrıca Mevlid kasidesi okumak, Kur’an ve sünnette izine bile rastlanmayan bid’atlerden biridir. Mevlid-i Nebevî’yi kutlayan bazı insanlar, Rasulullah (s.a.v.)’in onların kutlamalarında hazır bulunduğuna bile inanmaktadırlar.
   “Yine, bazı insanların ihdâs ettikleri şey, ya İsa (a.s.)’ın doğum gününü kutlayan Hıristiyanlara benzemektir, ya da Peygamber (s.a.v.)’e sevgi duymak ve saygı göstermektir. İnsanlar, doğum gününü kutlama konusunda farklı olmalarına rağmen, her kim Peygamber (s.a.v.)’in doğum gününü bayram edinirse, (bilsin ki) seleften (ümmetin ilkleri) hiç kimse bunu yapmamıştır. Bunda hayır olsaydı veya bunu yapmak daha tercih edilen bir görüş olsaydı, onlar Peygamber (s.a.v.)’i bizden daha çok seviyor ve bizden daha çok O’na saygı duyuyorlardı. Çünkü onlar, hayıra bizden daha düşkündüler. Peygamber (s.a.v.)’i sevmek ve O’na saygı göstermek, ancak O’nun yaptığı gibi yapmak, O’na itaat etmek, O’nun emirlerine uymak, gizli ve açık olarak sünnetini yaşatmak, gönderildiği bu dîni yaymaya çalışmak ve bu uğurda kalp ile, el ile ve dil ile cihâd etmekle olur. Çünkü bu yol, ilk Müslümanlar olan Muhâcir, Ensâr ve onlara en güzel bir şekilde tâbi olanların yoludur.” [2]
   Bu hususta ortaya atılan görüşlerden bazılarında da bidat olduğu açıkça itiraf ediliyor ancak güzel bir bidat olduğu belirtiliyor. Ancak daha öncede izah edildiği üzere bidatin iyisi ve kötüsü olmaz her sonradan çıkma bidattir. Ne gariptir ki bu mevlid kandili kutlamalarının sonradan çıktığını herkes kabul ediyor. Ama güzel bir bidat olduğunu düşünerek; ne var bunda Resulullah (s.a.v.)’e olan sevgimizi ortaya koyuyor onu yad ediyoruz diyorlar.
   Şunu unutmamak gerekir ki; Din adına yapılan her ne olursa olsun, Peygamberimiz ve Ashabı yapmadığı halde dine sonradan sokulmuş bir şey ise muhteviyatının iyi olması onu bid’at olmaktan çıkarmaz. Çünkü o zaman her önüne gelen yeni ve güzel bir şey bulduğunu ve bununda çok faydalı olduğunu iddia eder ve din artık o ilk günkü temiz halinden uzaklaşmış olur
    Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki;
    “Her kim bizim bu işimizin (yani dinimizin) içine, ondan olmayan bir şeyi yeniden sokarsa (o yaptığı iş) merdudtur, başına çalınır.” [3]
   Maalesef bu bid’at Türk İslam toplumu içerisine öylesine bulaştı ki, sanki dindenmiş gibi, kandillere, cenaze, sünnet ve bir takım merasimlere artık tamamen yerleşti. Hattâ Mevlidi okuyan bazı insanlar bu işi gelir kapısı haline getirdi. Bu bid’atin topluma örf ve adet şeklinde yerleşmesi nedeniyle dinin içerisinden çıkarılması artık oldukça zor bir hale geldi.
 .
.
   Ebu Muhammed Musab Köylüoğlu
.

[1] Ebu Davud (Mutarrif)
[2] İbn-i Teymiyye:“İktidâus-Sırâtıl-Mustekîm”
[3]Buhari-Müslim

0 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.

NİKAH TAZELEME- TECDİD-İ İMAN

   Nikah iki insan arasında şahitler huzurunda belli şartlara uyularak yapılan bir akitleşmedir. Nikah sırasında iki şahidin bulunması yapılan akdi işitmesi gerekir.
   Nikah: Kabul, icap, mehir ve velisinin izni olarak özetlenen olayın tescili ile teşekkül eder.
   İslam, aile yuvasına önem verdiği gibi, bu yuvanın oluşumunu sağlayan nikah bağına da saygı gösterilmesini ister. Her önüne gelenin boşamayı diline dolamasını hoş görmeyen İslam, nikah üzerine yemin etmeyi de haram kılmıştır.
   İmam nikahı diye bilinen nikah toplumumuzda yeterince anlaşılmadığından yada nikahın ve boşanmanın şartları küçümsendiğinden evlilik müessesi sağlam temeller üzerine inşa edilmemektedir. Resmi olan nikahta devlet tarafından belli güvencelere bağlanmış olan evliliğin boşanma noktasında caydırıcı olması verilen güvence ve cezalarla alakalıdır. Buna karşılık imam tarafından nikahı kıyılan ancak herhangi bir resmi bağlantısı olmayan nikahlarda evlilik kolayca bırakılabilen bir olgu haline gelmektedir. Yani Allah’ın (c.c.) huzurunda verilen sözler unutulmaktadır.
   Evlilikte boşanmada belli başlı şartların gerçekleşmesiyle meydana gelebilmektedir. Nikah zamanla aşınan ve durduk yerde zarar gören bir şey değildir ki; zaman zaman yenileme- tazeleme gereği duyulsun.
   Hiçbir kimse kafasına göre kimseyi nikahlayamadığı gibi kafasına göre de boşayamaz. Bunun için gerekli olan şartlara ihtiyaç vardır.
   Eğer taraflar nikahı bozacak bir iş yaptıysa bu bir evlilik için iki defa olur. Üçüncüsünde nikah bir daha dönmemek kaydıyla biter. Her Cuma gecesi tazeleme eylemi ile bozulan nikahlar yenilenmiş olmaz.
   Özellikle Türk İslam toplumları içerisinde ortaya çıkan bidatlerden bir tanesi de camilerde Perşembe geceleri yatsı namazından sonra topluca yapılan Tecdid-i iman ve nikah tazeleme bidatidir. Yatsı namazından sonra imam ile birlikte cemaat toplu halde şu duayı okurlar;
   Ya Rabbi! Büluğa erdiğim andan bu ana gelinceye kadar, İslam düşmanlarına ve bid’at ehline aldanarak, edindiğim yanlış, bozuk itikadlarıma ve bid’at, fısk olan söylediklerime, dinlediklerime, gördüklerime ve işlediklerime pişman oldum, bir daha böyle yanlışları yapmamaya azm, cezm ve kasd eyledim. Peygamberlerin evveli Âdem aleyhisselam ve ahiri bizim Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamdır. Bu iki Peygambere ve ikisi arasında gelip geçmiş Peygamberlerin hepsine iman ettim. Hepsi haktır. Bildirdikleri doğrudur.
   (Amentü billahi ve bi-ma cae min indillahi, alâ muradillahi, ve amentü bi-Resulillahi ve bi-ma cae min indi Resulillahi alâ muradi Resulillah. Amentü billahi ve Melaiketihi ve kütübihi ve Rüsülihi velyevmil-ahiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ vel-ba’sü ba’delmevti hakkun eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühü)
   Bunun arkasından nikah tazelemek için şu dua okunur:
   “Allahümme innî ürîdü en üceddide’l-îmâne ve’n-nikâha tecdîden bi-kavli lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Resûlüllah.”
   “Ey Rabbim, imanımı ve nikahımı, lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah diyerek yeniliyorum. Benden imanıma aykırı düşecek ne kadar söz, hareket ve fikir meydana gelmişse, hepsine tevbe istiğfar ediyor, pişmanlık duyup af diliyorum. Beni affet, nikahımı da sabit kıl.”
   Peygamberimizin namazdan sonraki sünnetine bakıldığında yukarda geçtiği gibi bir tesbihat onun sünneti içerisinde bulunmamaktadır. İhtiva ettiği dualar ayrı ayrı peygamberimizden rivayet edilmiştir. Ancak bu haliyle, namazdan sonra ve devamlı perşembe yatsı namazını müteakip olarak ne ashabı kiram ne de seleften kimse bunu yapmamıştır.
   Buhari’nin Ümmü Seleme’den rivayetine göre Resulullah (s.a.v.) namazdan sonra selam verince çok az bir süre beklerdi.
   Müslim’in Hz. Aişe’den yaptığı rivayette ise şöyle geçer: Resulullah (s.a.v.) selam verdikten sonra : “Allahumme ente’s-selâmu ve minke’s-selam tebârekte yâ ze’l celâlive’l ikram” diyecek kadar otururdu.
   Resulullah’dan sonra gelen imamların yani halifelerin bu konudaki uygulamalarına gelince, sahih kitapların dışında fıkıhçılar Enes (r.a.) hadisinden şunu naklettiler: Enes dedi ki: Ben Hz. Peygamberin arkasında namaz kıldım; o selam verdiği zaman ayağa kalkardı. Hz. Ebu Bekir’in arkasında da namaz kıldım; o selam verdiğinde sanki kızgın bir taş üzerindeymiş gibi yerinden fırlardı.
   İbn Yunus es-Sıkılli, ibn Vehb’den, o da Harice’den rivayet ettiğine göre o, imamların selam verdikten sonra oturmalarını ayıplardı ve şöyle derdi: imamlar aynı anda selam verirler ve ayağa kalkarlar. İbn Ömer dedi ki: İmamın selam verdikten sonra yerinde oturması bidattir.
   İbn Mes’ud (r.a.) şöyle dedi: İmamın kızgın bir taşın üzerinde oturması kendisi için bundan daha hayırlıdır.
   Fıkıhçılar selam verdikten sonra ayağa kalkmakta acele etmeyi namazın faziletinden saydılar. Selamdan sonra orada oturmanın kibirlenmeye ve cemaate tepeden bakmaya yol açabileceği yorumunu yaptılar. [1]
   Peygamberimiz (s.a.v.) ve sahabesinde namazdan sonra toplu tesbihat ile yukarda geçtiği gibi Tecdid-i iman ve nikah tazeleme olayı görülmemiştir.
   Bazıları bunun ne sakıncası olabilir insanlar haftada bir iman ve nikah tazeleyip tevbe ediyorlar diyebilmektedir. Bizde onlara şunu soruyoruz? Peygamberimiz ve Ashabı bunda hayır göremedi de siz mi daha iyi gördünüz? Eğer onlar bunda hayır görselerdi emin olun ki sizden çok daha önce bunu yaparlardı.
 .
Ebu Muhammed Musab Köylüoğlu
 .


[1] İmam Şatıbi – Bidatler Karşısında Kitap ve Sünnete Bağlılıkta Yöntem s.388-392 (Kitap Dünyası Yayınları)

0 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.