BÜTÜN MÜSLÜMANLARA ÇAĞRI

  Hiçbir zihniyet, ideoloji, toplum ve devlet kendi bünyesinde barındırdığı insanlar tarafından tek bir yumruk olmadıkça başarıya ulaşmamış, hükmünü devam ettirememiştir. Tarih boyunca ortaya çıkmış bütün devletler ve dinler, bünyesinde barındırdığı insanların birlik ve beraberliği sayesinde yayılmış ve yaşayabilmiştir.
    İslam dininin ilk ortaya çıkışından günümüze kadar geçen sürecine baktığımızda asr’ı saadet döneminden sonra yavaş, yavaş birlik ve beraberliğin bozulduğu ve günümüze gelene kadar geçen süreçte de ayrılığın iyice arttığı görülmektedir. Bu ayrılık ilk dönemlerde devlet yönetimi ile ilgili ihtilaflardan kaynaklanıyordu. Ancak daha sonra ki dönemlerde özellikle itikat alanındaki görüş ayrılıkları ümmetin birlik ve beraberliğinin bozulmasındaki en önemli faktör haline gelmiştir. Görüş ayrılıkları her geçen gün derinleşmiş ve adeta kesin hatlarla ayrılmış bir din anlayışı haline gelmiştir. Tarihi gelişmelere bakıldığında görüş ayrılıklarının İslam düşmanlarının da çabalarıyla daha da derinleştiği ve düşmanlık boyutuna ulaştığı görülmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) veda hutbesinde ümmetini uyardığı halde yinede bu ayrılıkların düşmanlıkların artması Müslümanların Peygamberlerinin emanetine gerektiği gibi sahip çıkmadıklarını göstermektedir. O “sizi gecesi ile gündüzü apaçık bir yol üzere bırakıyorum “ ve “üstünlük takvadadır” size “Kur’an ve sünnetimi bırakıyorum bunlara sımsıkı tutunun” dediği halde ümmeti paramparça olmuşsa; bunun sebebi kesinlikle Allah ve Rasulünü anlamamaktır. Müslümanlar arasındaki ayrılıkları rahmet olarak gören bir zihniyet her ne kadar Allah ve Rasulüne tabi olduklarını iddia etse de bunu Allah’ın ve peygamberin emirleriyle bağdaştırmak mümkün değildir.
      Müslümanların birlik ve beraberliğinin bozulmasındaki en önemli faktörler mezhep ve kavmiyetçilik hastalığıdır.
     Dünya üzerinde bulunan Müslüman devletler bir zamanlar bir tek halife etrafında toplanıyordu. Mezhep ayrılıkları bir tarafa en azından devlet olarak birliği devam ettiriyordu. Ancak körüklenen ırk ayrımcılığı bu birliğin dağılmasına neden oldu. İslam’a engel olamayan Gayri Müslimler mezhep ve ırk ayrımcılığını çok iyi değerlendirerek sonunda Müslümanları parçalamayı başarmışlardır. Yaklaşık olarak iki milyarlık İslam toplumunun onlarca mezhebi ve onlarca devleti bulunmaktadır. Coğrafi yerleşim olarak ta bir çok doğal kaynaklara sahip olmalarına rağmen, ekonomik olarak süper imkanlara sahip olmaları gerekirken bir türlü fakirliklerden, karmaşalardan ve çekişmelerden kurtulamamaktadır.
    Müslümanlar aralarındaki bölünmüşlük sadece mezhep ve ırk ayrılıklarıyla kalmamış, bir de cemaatler ve tarikatlar ayrılığı bu husustaki rolünü üstlenmiştir. Cemaatler ve Tarikatlar ilk bakışta bir dalın budakları gibi gözükse de uygulamada ne bir araya gelmekte, ne de beraber hareket etmektedir. Her gurup kendi liderini Rasulullah’ın halifesi olmaya, asrın müceddidi olmaya en layık kişi ve görüşleri en isabetli lider olarak görmektedir. Bu durum bir futbol takımını tutan fanatik taraftarlık şeklinde tezahür etmektedir. Bu anlayıştaki insanlar cemaatlerinin ve liderlerinin fahri savunuculuğunu yapmakta ve takım tutan holiganlar gibi oldukları içinde hiçbir gerekçeye ihtiyaç duymadan bildiği dini çizgiden şaşmamaktadır.
    Peygamberimiz (s.a.v.) kavmiyetçiliği reddetmiştir. Irk ayrımcılığı dinin asla kabul etmediği bir hastalıktır ve reddedilmiştir.
      BİRLİK VE BERABERLİK İÇİN
   1- Allah ve Rasulünün rızası için bütün ihtilaf, bölünmüşlük ve parçalanmışlıkları bir tarafa bırakın.
     2- Görüşlerini benimsediğiniz mezhebiniz her ne olursa olsun, bütün Müslümanlara kucak açın ve onları anlamaya çalışın. Mezhebinizi tabulaştırmayın.
    3- Müslümanların en önemli hastalığı cahilliktir. Herkesin babadan dededen ve yakın çevresinden duyduğu ve gördüğü bir İslam anlayışı var ve bunu hak zannediyor. Gerekli ilimden yoksun kalmış ve öğrenme imkanı bulamamış ve ayrıca sözüm ona maneviyatta otorite kabul ettikleri alimlere aşırı güvenmekte olan cahilliğe itilmiş Müslümanlar ne şirk’in nede bidatlerin ne olduğunu dahi bilmiyor. Bilse de bu hatalara düşmediğini yaptıklarının dinin emri dışında şeyler olmadığını zannediyor. Bu insanları tekfir etmek ve dışlamak yerine uygun bir üslupla ilmi izahatlarla, hakaret noktasına varmadan kazanmaya çalışmak gerekmektedir. Çünkü günümüzde Kafir, münafık ve fasık adeta iç içe girmiş durumdadır. Kendi görüşünüzü benimsemese de açıktan inkar etmedikçe kimseyi tekfir etmeyin ve dışlamayın. Böyle bir şeyle mükellef değilsiniz.
    5- Birlik ve beraberliği teşvik edici faaliyetler düzenleyin.
    6- Şunu unutmayın ki: Müslümanların ihtilafı Gayri Müslimlerin işine gelmekte asla tek yumruk olmalarını istememektedirler. Bu durumun devamı Müslümanların zayıflaması ve kafirlerinde Müslümanları acılar içerisinde ezmesine zemin hazırlamaktadır. Onların gayesi İslam’ı yok etmektir.
   7- Birliğe engel teşkil eden ve bu yönde şahsi hırslarının kendilerine engel olduğu liderlerinizi uyarın. Alim diye tanınan herkese itibar etmeyin. Özellikle dinde yeni bir şey icat edenleri uyarın vazgeçmezse onun sebep olduğu tefrikaya iştirak etmeyin.
   8- Politikacıların ve partilerin Müslümanları bölmesine izin vermeyin. Partiyi amaç değil araç olarak kullanın.
 .
.
Ebu Muhammed Musab KÖYLÜOĞLU

0 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.

AMERİKA’NIN SURİYE VE İRAN’A MÜDAHALESİ

  
Amerika’nın Suriye ve İran’a müdahale arayışları orta doğuda zaten yüksek olan tansiyonun daha da yükselmesine neden oldu. Irak müdahalesiyle İslam topraklarında yaptığı insanlık dışı katliamlarla Müslümanlara büyük acılar yaşatan Amerika, İsrail ve yandaşları yeni bir maceranın peşine düştüler. Aslında bu macera yeni sayılmaz, Irak savaşı Büyük Ortadoğu planlarının ilk başlangıcını oluşturmaktadır. Bunun devamında Suriye, İran ve ondan sonra da orta doğunun en güçlü ülkesi Türkiye bulunmaktadır. Bunu iddia olarak değerlendirenler bu güne kadar ki yapılan politikaları iyice gözden geçirmelidir. Yer altı kaynaklarına sahip Ortadoğu ülkeleri her zaman için Amerikanın hedefleri arasında yer alacaktır. Çünkü temeli zaten sömürü üzerine kurulmuş olan bu güç kendi ekonomisini besleyen sömürge ülkelerin kaynaklarını kullanmaktadır. Demokrasi adı altında şer planlarını uygulamaktadır. Bu sömürü düzenine karşı çıkan ülkeleri de terörist ilan ederek onları hizaya getirmeye çalışmaktadır.
   İslam topraklarında Müslümanların başına bela olan İsrail Amerikanın bir numaralı müttefiki olup, aynı zamanda nükleer silah teknolojisi barındıran bir ülkedir. Buna rağmen ne Amerika ne de Avrupa bundan bir endişeye kapılmamaktadır. Buna karşılık nükleer teknolojiyi geliştiren İran Amerika, İsrail ve tüm Avrupa için tehlike arz etmektedir. İran’ın bu teknolojiye ulaşması ilk olarak o bölgede bulunan İsrail’i tehdit etmektedir. Nitekim İran da her fırsatta İsrail’i tehdit etmektedir. Ancak İran, İsrail’i yapmış olduğu şeytanlıklarla Müslümanların başına bela olduğu için tehdit etmektedir. Yoksa hedefleri bu silah gücünü Ortadoğu da diğer ülkeler üzerinde kullanmak için değildir. Ayrıca nükleer teknoloji sadece silah alanında kullanılmıyor. İran’ın da kendi enerjisinin temini için bu teknolojiyi kullanmak istemesi en doğal hakkıdır. Dünyanın jandarmalığını yapmaya çalışan Amerika kendine has demokrasisini sokamadığı İran’ın nükleer teknolojiyle daha da güçlenmesini istememektedir. Çünkü İran bölgedeki Amerikan demokrasisi ile yönetilmeyen ve İsrail’i tehdit edebilecek tek ülkedir.
    İsrail’in en önemli ve uzun vadede en çok arzuladığı hedefi olan vaat edilmiş topraklar Orta doğudadır. Hatta İsrail bayrağında dahi bu hedefin izleri bulunmaktadır. İsrail bayrağında bulunan iki çizgiden birisi Fırat, diğeri de Dicle nehrini temsil etmekte, ortada bulunan yıldızda büyük İsrail devletini simgelemektedir. Bu iki nehir arasında kalan topraklar İsrail için kendilerine Allah tarafından Tevrat’ta vaat edilen topraklar olduğu için inanıyorlar ki, bir gün bu toprakları mutlaka alarak büyük İsrail devletini kuracaklar. Kendi inançlarına göre bu uğurda yapılan bütün planlar kutsal bir görev olup, bu uğurda da her türlü katliam onların kutsal davalarının gerçekleşmesi sırasında olan tabiat olayı gibi bir şeydir.
   Amerika, Avrupa ve İsrail ittifakını başka bir yönüyle incelediğimizde iki ayrı dine mensup olmalarına rağmen nasıl olup da bu derece ittifak sağladıklarını ortak hedeflere baktığımızda anlıyoruz. Ayrıca Amerika ve diğer Avrupa ülkelerinde Yahudi lobisinin ne kadar güçlü olduğunu görüyoruz. Amerikanın en önemli kademeleri Yahudilerin elinde bulunmaktadır. Amerikan parasını Yahudiler basmakta, silah teknolojisini Yahudiler geliştirmekte ve derin devletin istihbaratını ve devletin önemli köşe başlarını Yahudiler yönetmektedir. Küçücük İsrail içten fethettiği süper güç olarak bilinen Amerika’yı hedefleri doğrultusunda kullanarak tüm dünya ülkeleri üzerinde otorite sağlamıştır. Yoksa Müslümanların tükürüğü ile boğulacak İsrail’in bu denli cesaretli tehditler savurabilmesi onların ne kadar cesur olduğunu göstermemektedir.
   Bu durumda Amerika ve Avrupa da çok etkili olan İsrail ile ittifak içinde olmak hem kendi hedefleri ve hem de Yahudi lobisinin şerrinin bertaraf edilmesi için gerekli olan ve her iki tarafa da yarayan bir ittifak olmaktadır.
   Parayı ve ekonomiyi elinde bulunduran Yahudi lobisi öyle bir güç haline gelmiştir ki, Amerika ve Avrupa’yı istediği gibi yönlendirmektedir. Örneğin 11 Eylül saldırısının Mossad tarafından düzenlendiğini anlamak için savaşın en çok kime yaradığına bakmak yeterli olacaktır. Aklı başında birisi bu olayı ve sonucunu incelediğinde ne kadar planlı bir yalan olduğunu anlayacaktır. Yahudilerin etkisine başka bir örnek verecek olursak, Almanların Yahudileri katlettiğinin bir uydurma yalan olduğunu iddia edenlerin Yahudilerden evvel Almanlar tarafından şiddetle kınanmasını gösterebiliriz. Hal buki bu düpedüz Yahudi korkusundan başka bir şey değildir.(Yahudi soykırımının yalan olduğunu yazan Vakit gazetesinin Almanya da yasaklanması da bununla alakalı güzel bir örnek teşkil eder.) Çünkü bu katliamın yalan olduğunu söyleyenler Almanlara İftira değil, bilakis iyilik etmekte, onları temize çıkarmaktadır. O halde Almanların tepki göstermesinin korkudan başka ne gibi bir açıklaması olabilir.
   Bu planların sonucunda İsrail’i en çok tehdit eden Irak tehlikesi ortadan kaldırılmıştır. Bunun dışında İsrail için tehlike olabilecek ve hala mücadele verdiği Hizbullah ve Hamas örgütlerine destek veren Suriye ve İran, Irak’tan sonra hedefte bulunan ilk ülkelerdir.
  Irak’ta olduğu gibi yine aynı senaryo. Adeta aynı söylemler, aynı yalanlar ve planlar Suriye ve İran için uygulamaya konulmaktadır. Gündemdeki bu planların ilk ayağı İran’a yapılacak müdahalede koridor açmak amacıyla ve ilk etapta İran’a göre kolay lokma olarak düşünülen Suriye olacaktır. Ancak her ne kadar kolay gibi gözükse de sonucunu ancak Allah’ın bileceği savaşta Suriye halkı Irak’ta olduğu gibi buyur gir demeyecek ve top yekün bir savaş ile karşı koyacaktır. Çünkü Irak halkının maruz kaldığı dikta rejimi halk tarafından sevilmeyen, yıkılması istenen bir rejimdi. Ancak Suriye halkı her ne kadar diktatör bir rejim tarafından yönetilse de Hafız Esad’ın ölümünden sonra oğul Beşir Esad ile eski baskılardan uzaklaşmıştır. Ayrıca Suriye de Irak’taki gibi etnik yapılaşma olmayıp, mezhepsel ayrılığın getirdiği bir yapılaşma bulunmaktadır. Bu nedenle her ne kadar mezhep ayrılığı olsa da her Müslüman ülkesini savunacaktır. Kaldı ki; ‘buyur gir’ diyen Irak içerisindeki azıcık direniş karşısında bile Amerika aciz durumlara düşmüştür. Dolayısıyla Suriye de ne hale düşeceği hiç belli olmaz.
   Planların ikinci ihtimali olan İran müdahalesi ise Amerika açısından hiçte kolay olmayacaktır. Amerikanın her zaman olduğu gibi ilk yapacağı şey ilk olarak ambargo idi, onu zaten İran’a karşı yıllardır uyguluyor. Bunun fazla bir etkisi olmaz. İkinci olarak ta uzaktan bazı hedefleri vurarak, İran’ın gücünü azalttıktan sonra işgal etmeye kalkacaktır. Ancak Amerikanın yumuşak karnı olan İsrail’i, topraklarına çevrilmiş nükleer başlıklı İran füzelerinin, bir daha çıkmamak üzere yerin dibine gömebileceğini de bilen Amerikanın bu riske girebilmesi şu anki duruma göre Ortadoğu da büyük bir kutuplaşma ve savaşa neden olacağından zor bir ihtimal olacaktır. Ancak eceli gelen itin cami duvarına işediği gibi, Amerika ve İsrail’inde ecelinin gelmiş olma ihtimali de yüksektir.
   Bu tehlikelerin bertaraf edilmesi ve bu hedeflerin yıkılması halinde Amerika ve yandaşları önümüzdeki yıllarda asıl ve en önemli hedef olan Türkiye üzerindeki planlarını hayta geçireceklerdir. Bu planların üzerinde kesinlikle şüphe bulunmamaktadır. Türkiye üzerindeki planların yürürlüğe girme tarihi Suriye ve İran hedeflerinin yok edilmesindeki başarıyla belirlenecektir. Bu ortamda Amerika’ya destek verecek bir Türkiye hem İslam aleminde büyük zararlar görecek ve aynı zamanda da kendi başına gelecekleri de hızlandıracaktır.
  Bütün bu değerlendirmelere göre Türkiye hakkında bir gün gelip de dünya için tehlike arz ettiği yaygarası atılması hiçte şaşılacak bir ihtimal olmayacaktır. Aklı başında her insan böyle hedefleri olan Yahudilerin bir gün gelip Türkiye üzerindeki planlarını hayata geçireceğini anlar. Çünkü vaat edilen toprakların en önemli ve verimli bölgeleri Türkiye de bulunmaktadır.
  Sonuç olarak herkes adımlarını atarken sonunun nereye varacağını da iyi hesap etmelidir.
   Herkesin bir hesabı vardır. Allah’ında bir hesabı vardır ve O’ hesabı en iyi olandır.
 .
Musab KÖYLÜOĞLU

0 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.

TÜRBELERDE NAMAZ KILMAK

  
Bir takım insanlar kabirlerde ve türbelerde namaz kılmaktadır. Buralarda kıldıkları namazın daha faziletli olduğuna ve buralarda ettikleri duaların kabirde yatan zatın hürmetine kabule daha layık olduğuna inanmaktadırlar.
   Enes(r.a.)’den rivayete göre: “Peygamber (s.a.v.) kabirler arasında namaz kılmayı yasaklamıştır.”[1]
   İbn Ömer (r.a.)’den rivayete göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Evlerinizde namazınızdan bir pay ayırınız. Evlerinizi kabirlere döndürmeyiniz.”[2]
   Bu rivayetlerden kabirlerde namaz kılınmayacağı, bunun caiz olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Türbede namaz kılanlar kabir yönelmeden yan tarafında yada önünde kılsalar dahi bu caiz değildir.
Bir yerin mescit yapılması oranın beş vakit namaza ve diğer namazlara ayrılması demektir. Mescidler bunun için yapılmıştır. Mescid haline getirilen yerde, yaratıklara değil ancak yüce Allah’a ibadet etme ve ona dua etme maksadı vardır. Bundan dolayı Peygamber (s.a.v.) insanların kabirlerinin mescidlerde gözetildiği gibi namaz kılma maksadının gözetileceği şekilde mescid haline getirilmesini haram kılmıştır. Bu tür mescidlere sadece yüce Allah’a ibadet etmek kastı ile gelinse bile buralarda Namaz kılmak caiz değildir. Kabir sahibi sebebiyle mescide gelmek, orada namaz kılmak, ona dua etmek, onun vesilesiyle ve onun yanında dua etmekle isteklerinin kabul olmaya daha layık olduğunu düşünmek haramdır ve şirktir.
 

Ebu Muhammed Musab KÖYLÜOĞLU


 [1] el-Bezzar (441-442-443),. el-Heysemi, Mecmau’z-Zevaid (II, 27)
[2] Buhari (I, 420), Müslim (II, 187)

0 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.

YAZDIRILMA HURAFELERİ

  Ebu Said el-Hudri’nin bildirdiğine göre: “Sizden öncekilerin izlerini kuşkusuz karış karış,arşın arşın takip edeceksiniz. Onlar bir kertenkele deliğine girmiş olsalar, siz arkalarından gideceksiniz.
  Dedik ki;Yahudi ve Hıristiyanlar mı?
  Ya kim olabilir? Dedi [1]
  Bu gün İslam cemaati Kur’an ve sünnetten uzaklaşmayla birlikte yüzyıllar süren bir asimilasyon sonucunda hakikaten de Peygamberimiz (s.a.v.)’in korktuğu durumlara düşmüştür. Bu süreç deki en büyük etkenlerden biride aşırı yüceltilen alimlerdir. Çünkü yüceltme onların hatalarının görülmesini engellemiş ve bu insanlar yanlış ta yapsa arkalarında kitleleri sürüklemişler, yazdıkları kitaplar ölümlerinden sonra daha da yüceltilerek kutsallaştırılmıştır. Hatta öyleleri var ki kitaplarının kendilerine Allah ve Resulü tarafından yazdırıldığını bile iddia etmiştir.
    Peygamberimiz (s.a.v.) peygamberler zincirinin son halkasını oluşturmaktadır. Ondan sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğini Cenab-ı Hak (c.c.) Kur’an da şöyle bildiriyor:
مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلكِنْ رَسُولَ اللّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيّنَ وَكَانَ اللّهُ بِكُلِّ شَىْءٍ عَليمًا
    “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir ve lâkin Allah’ın Resulüdür ve Peygamberlerin sonuncusudur ve Allah her şeyi tamamen bilendir.”[2]
    Kur’an’ı Kerim hüsran ve dalalet içerisinde olan insanlara peygamber vasıtasıyla uzatılmış kurtuluş ipidir. Peygamberin sünneti de kıyamete kadar üzerinde yürünülmesi gereken yegâne yoldur.
    Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v.) vefat etmeden önce kıyamete kadar kendisine tabi olacak insanlara şöyle tavsiye ediyor;
    “İmam Malik’e ulaştığına göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) şunu söylemiştir: “Size iki şey bırakıyorum. bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti.”[3]
    Cenab’ı Hak (c.c.) Kur’an’da dini tamamladığını kemale erdirdiğini buyuruyor;
اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتى وَرَضيتُ لَكُمُ اْلاِسْلاَمَ دينًا
    “Bu gün sizin için dininizi kemâle erdirdim, ve sizin üzerinize nîmetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâmiyet’e razı oldum.” [4]
    Dinde en ufak bir eksiklik bulunmamakta, her çağa, her topluma hitap etmekte ve hiçbir yeniliğe de ihtiyacı bulunmamaktadır. Ancak şunu da belirtmeliyiz ki; özellikle itikâdi alanda ve dinin peygamber tarafından kesin hatlarla belirlenmiş ameli kısımları haricinde elbette fıkhi meselelerde her çağa göre kıyas yoluyla hükümler çıkarılacaktır. Eğer böyle olmasaydı Kur’an’ı Kerim orta çağa hapsolur ve başka peygamberlerinde gönderilmesi gerekirdi.
    Kendilerine vahiy ile Allah tarafından yazdırıldığını yada Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından yazdırıldığını iddia edenler hakkında birkaç misal verelim:
   Misal 1 – Mesnevi: “hüzünleri giderir bir şifadır kalplere. Ledünni mana verir müteşâbih ayetlere. Şerefli katiplerdir onun yazıcıları. Temastan men ederler temiz olmayanları. Kalplere mutluluk verir huyları güzel eyler.O ilhamla inmiştir Alemlerin Rabbinden. Gelemez batıl önünden ve ardından.Koruyucu olan Hak onu korur gözetir. Ki o merhametlilerin en merhametlisidir. Mesnevi kitabının başka adları da vardır. Adlarını verense Allah’ın kendisidir.[5]
   “İlhamı Rabbani eseridir. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir.”[6]
   Misal 2 – Muhyiddin ibni Arabi diyor ki: “627 hicret yılı Muharrem ayının son günlerinde (şam’da bulunduğum sıralarda) Tanrı peygamberi Hazreti Muhammed’i gerçek bir rüya aleminde gördüm. Elinde bir kitap tutuyordu. Bana buyurdular ki, bu Fusus el-Hikem= (Hikmetlerin özü) kitabıdır. Bunu al ve halka açıkça anlat da bu hikmetlerden herkes faydalansın.”
  “Ben Allah ve Rasulüne boyun eğmek ve aramızdan emir vermek mevkiinde olanların emirlerini dinlemek yaraşır dedim. Yüce peygamberin bana tarif ettiği veçhile hiçbir eksiklik ve fazlalığa meydan vermeden, bu kitabın halka açıklanması hususundaki ümidimi gerçekleştirdim.[7]
   Fususil-Hikem taraftarları arsında bu kitabın doğrudan doğruya peygamber tarafından şeyh-i ekbere talim ve telkin edilmiş bir eser olduğuna inanılmakta, şeyhe yalan isnadı varid olmayacağını düşünerek bu kitabın hadis kitabı gibi düşünülmesi gerektiğine inanmaktadırlar.
   Fususil hikem, el-Fütuhat ul Mekkiye isimli kitapları için Muhyiddin ibn Arabi direkt Allah ve Resulünden aldığı ilham ve emirle yazdığını söylüyor ve vahiy için diyor ki iki kısma ayrılır
   1-Risâlet vahyi
   2-Velâyet vahyi
   Risâlet vahyinin son bulduğunu ancak velayet vahyinin devam ettiğini kendisine gelenlerin bunlardan biri olduğunu, Resulullah’ı rüyasında gördüğünü kendisinden bu kitabı (Fususil Hikem) yazmasını istediğini, bu kitabın nefis arzularından münezzeh ve içine fesat karışmamış olan en kutsi makamdan indirildiğini söyleyen Muhyiddin-i Arabi ben ancak bana ilham olunan şeyi yazdım.Size söylediklerimiz ondan bizedir. Bizim size verdiklerimiz bizden sizedir.” [8] diyor.
   Misal 3- 1801-1863 döneminde yaşamış tarikat büyüklerinden olan Muhammed Nuri Şemseddin adındaki zât Miftah’ül Kulub isimli eseri hakkında şunları söylüyor:
  “Hicri 1259 (M.1843) yılı Rebiülâhir ayında kendi hücremizde tevecüh halindeydik. Bu halde bulunduğumuz sırada; Enbiyanın sultanı, Evliyanın, Asfiyanın, muttakilerin baş tacı Efendimiz hazretleri zuhur etti. Allah ona salât ve selam eylesin.
   Bu hiçbir şey hükmünde olan kula; ihsan, mürüvvet ve lütuf ile şöyle buyurdu:
   “Nuri evladım! vakitler bir başka oldu. Aşık sadık, mana yüzünü görmek isteyen ümmetlerim; esenlik yollarını bulup, hoşnutluk yoluna bel bağlayarak vuslat sırrına nail olsunlar. Sufilerden bazısı da; arada vasıta olmadan takvası üzere giderek yollarını düzeltmek için özlerine bir kabiliyet gelsin.”
   “Ümmetinin helak uçurumu mertebesinden her birinin tecellisi gereği yakalarını kurtarmalarına sebep olacağı gibi; şeriat, tarikat, hakikat ve vuslat nedir bilmeleri için bir risale yaz. Aşık, sadık mana yüzünü görmeyi isteyerek doğru yollarını bulsunlar.”
   “yazılacak risalenin adı da şu olsun: Miftah’ül Kulub Sırr-ı Şemseddin”
   Yazar: “Peygamberimizin böyle bir emir vermeleri üzerine, “memur mazurdur” diyerek bu risaleyi yazdığını söylemektedir.[9]
   Misal 4- Risâle-i Nur hakkında da şu ifadeler geçer:
  (…) benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz (…) bulunan bir adam, (…) Risale-i Nur’a sahip değildir; ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîmin bu zamanda bir nevi mu’cize-i mâneviyyesi olarak, rahmet-i İlâhiyye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşiyle beraber, o hediye-i Kur’aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’da öyle parçalar var ki; bazısı altı saatte, bazı iki saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yemin ile te’min ediyorum ki: Eski Said’in (R.A.) kuvve-i hâfızası da beraber olmak şartıyle, o on dakika işi, on saatte fikrim ile yapamıyorum; o bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum, ve o bir günde altı saatlik risale olan “Otuzuncu Söz”ü ne ben ve ne de en müdakkik, dindar feylesoflar, altı günde o tahkikatı yapamazlar ve hâkezâ… [10]
  “ (…) Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı def’a haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-i îmâniye ve kuvvetli hüccetler, müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum: neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmıştır.[11]
   “ (…) Bunlar doğrudan doğruya menba-ı vahy olan Zât-ı Pâk-i risâletin manevi ilham ve telkinâtıdır.”
   “… Beni hususi tefekkürâtım o neviden olduğu cihetle bana ihtar edildi. Ben de yazdım.[12]
   “Ben gönderilen Risaleleri mütalaa ettim, bir kısım hakikatleri mükerrer gördüm. Makam münasebetiyle tekrar yazılmış. Benim arzu ve belki ihtiyarım olmadan ne için böyle olmuş.. Kuvve-i hafızama gelen nisyandan sıkıldım. Birden şiddetli bir ihtar ile: “On dokuzuncu sözün ahirine bak” denildi. Baktım risâleti Ahmediye’nin (a.s.m.) Mu’cize-i Kur’aniye’sinde tekraratın çok güzel hikmetleri, tam tefsiri olan Risâlet-in- Nur’da tamamiyle tezâhür etmiş. O tekrarat, o hikmetler için tam yerinde ve münâsip ve lazım olmuş.”[13]
  Risale-i Nur hakkında söylenenler:
   “RİSALE-İ NUR, yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu bir fikir karanlıklarından ve müthiş dalâlet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyariyle yazılmış değil, Cenab-ı Hakk’ın lisaniyle yazılmış bir eserdir. Konya Nûr Talebeleri Nâmına ZİVER GÜNDÜZALP” [14]
   “(…) Bu hakikatlardan anladım ki, Risale-i Nur, bu asrın insanları olan bizler için yazdırılmıştır. Konyalı Zübeyir Gündüzalp” [15]
   “Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili, hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yok. “Ben, kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitabdan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur’ânîyim. Bir lâyemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nûr’um.” Hasan Feyzi.” [16]
   Bakınız adeta burada adeta yazmaya memur olmuş ve kendisine ne verilmişse onu yazmış birinin hali anlatılmaktadır. Çünkü yazdırılanın ne için yazdırıldığını mütalaa ettiğini söylediğine göre apaçık bir şekilde Risalelerin kendi tercihi, ihtiyarı dışında ilham ile yazıldığını ifade etmektedir. Yani vahiy gibi yazdırıldığı ifade edilmektedir.
   Misal-5 : İskender Erol Evrenosoğlu’na yazdırılan safsatalar:
   Besmele ile başladığı sure(!) lerin birincisi olan inzal’de “ Bu kitabul kerim- ITLA –İT TÜRK- iskender kulumuza indirdiğimiz bir ihsandır. Bu kitap levh-i mahfuzda, ümmül kitabın içinde mevcut olup, Kur’an’ı Kerimden sonra dünyaya indirmekte olduğumuz bir kitaptır. Cibril-i Emin vasıtasıyla değil, onun nezdimizde bulunan aziz ruhu tarafından doğrudan doğruya O’nun kalbine indirilmektedir. Biz onu mehdi olarak vazifeli kıldık. Bu kitap katımızdan emir gelene kadar kendisine ittiba edenlerden başkasına sırdır. Bu kitabın her sahifesi indirilene kadar levh-i mahfuzda açık kalacaktır. O’nun göz yaşları nezdimizde kıymetli bir hazinedir.” (s.1)[17]
   Bismillahirrahmanirrahim. Rahman ve Rahim olan Allah’ın huzurunda kendisine kitap, taht, sancak, nur ve kılıç ihsan edilmiş olan mehdi hazretlerine ittiba ediyorum. Bu ittiba cümlesidir. Bu Rabbimizin huzurunda bir ahidir. Artık Rabbinizin katından aldığınız emirleri ifaya başlayınız.” (s.2)
  “Nezdimizdeki düzen, nezdinizdeki düzendir. Sana kitap vermedik mi?” “Güvenmesek, görevi sana vermezdik” “Seni mehdilikle vazifeli kıldık.” (s.5)
   “Seni kader ve kazayı öğreterek techiz ettik.” “Mağarada uyuttuklarımızı hatırla” “ Habibim, doğru yoldasın.” (s.6)
   “Dün sahih-i Buhari’de peygamberimiz ve kulumuz Muhammed’e ait okuduklarını unutma. Vahiy geldiğinde de susup dinle.” (s.7)
   “ Vahiy geldiğinde susup, dinle” “Şeytan senin yanına hiçbir zaman yaklaşamaz.” (s.8)
   “ Merteben Fenefillahtır.” (s.9)
   “Onu sana gönül gözüyle bir çok defa göstermiştik. Şimdi ilk defa baş gözüyle göreceksin.” (s38) gelmiş geçmiş bütün evliyanın ilmini aşacaksın. Bu sana sevgili kulumuza, şeyh’ül ekber ITLA IT TÜRK, Mürşid-i kamil, mehdi İskender el-ekber kulumuza ihsanımızdır. Alnındaki işaret marifet işaretidir. Gelecek seni hay olan insanların en şereflisi kıldık. Bunu seni gururlandırmayacağını, bilakis şükrünü artıracağını biliriz. Bu sayfa bu günkü son sayfadır. Surenin adı marifet suresidir. Yaz. (s.39)
   Bu iddialarda bulunanlar açık bir şekilde gelen ayet ve hadislere muhalefet etmekte, Allah’ın (c.c.) şeriatında eksiklik görmektedirler. Çünkü yeni vahiylere ihtiyaç duyduklarına göre Allah’ın tamamladım buyurduğu dini beğenmemektedirler. Bunun başka hiçbir açıklaması olamaz. Allah’ın sözünde hilaf olmayacağına göre elbette bu insanlar Allah’a iftira etmiş olurlar.
   Bu yazdırılma hikayeleri her dönemde bir kısım insanlar tarafından ortaya atılmıştır. Ancak Kur’an ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in hadislerinde daha sonra gelecek ümmeti içinde Allah (c.c.) tarafından vahiy gönderilecek insanların bulunacağına dair bir delil bulunmamaktadır. Aksine dinin tamamlandığına dair deliller bulunmaktadır.
   Dinimize verilebilecek en büyük zarar, vahiy indirildiği ve Peygamberimiz tarafından yazdırıldığı iddia edilen bu hurafeler yoluyla olacaktır. Bu iddiaları ortaya atanlara karşı olanca gücümüzle karşı durup şeriati savunmak hepimizin boynuna bir borç olmaktadır. Bu Allah yolunda yapılacak cihadın başında gelmektedir. Çünkü şeriatin tahrif edilmesi demek bütün her şeyin ifsad olması demektir.
   Bu iddiada bulunan insanlar Kur’an da buyurulduğu gibi şeytanın oyuncağı olmuşlardır. Zaten kendilerine yazdırıldığına dair söyledikleri şeyleri Kur’an ve sünnet terazisine koyduğunuzda açıkça ortaya çıkmaktadır ki, bütün bunlar şeytanın fısıltılarından başka bir şey değildir.
قَالَ فَبِمَا اَغْوَيْتَنى َلاَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقيمَ (16) ثُمَّ َلاَتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ اَيْديهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ اَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَائِلِهِمْ وَلاَ تَجِدُ اَكْثَرَهُمْ شَاكِرينَ (17)
   “Dedi ki: Sen beni azgınlığa uğrattığından dolayı ben de yemin ederim ki elbette onlar için senin dosdoğru yolun üzerinde oturacağım. Sonra muhakkak ki, onların önlerinden, arkalarından, sağ taraflarından ve sol taraflarından geleceğim ve onların ekserisini şükür ediciler bulmayacaksın.” [18]
يُلْقُونَ السَّمْعَ وَاَكْثَرُهُمْ كَاذِبُونَ
“Çünkü o iftiracılar şeytanlara kulak verirler, esasen onların çoğu yalancıdırlar.”[19]
وَكَذلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِىٍّ عَدُوًّا شَيَاطينَ اْلاِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحى بَعْضُهُمْ اِلى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ
   “Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları, düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak!”[20]
   Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki;
   “Sizin için Deccal’den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.”
   “Onlar kimlerdir?”
   “Saptırıcı imamlardır.”[21]
   Görüldüğü gibi yukarıdaki misallerde de geçtiği üzere bu zatların eserleri hakkında, kendi ihtiyarları dışında Allah tarafından ve Resulü tarafından yazdırıldığı ifade edilmektedir.
   Allah (c.c.) dinini tamamladığını söylediği, Peygamber de size iki şey bırakıyorum onlara sımsıkı tutunun ki delalete düşmeyesiniz dediği halde bu insanlar büyük bir cesaretle bu iddiaları öne sürebiliyorlar. Peygamberin getirdiği İslam şeriatı yetersiz geldi de, Allah dinini kemale erdirmedi de bu tip risaleler mi erdirecek. Allah kitabı hakkında onu apaçık indirdiğini bildirdiği halde bu risaleler neyin sırrını açıklıyor? Allah’ın ve Resulünün apaçık beyan ettiği dini sırlar dünyasına gömüp, ondan sonra da bı sırları açıklayan vahiyler aldıklarını iddia ediyorlar.
   İnsanları yüzyıllardır peşlerinden böylesine sürüklemelerinin tek nedeni insanların Kur’an ve sünneti bilmemesi ve bu insanları aşırı yüceltmeleridir.

..
Musab KÖYLÜOĞLU
.



[1] Buhari
[2] Ahzap 33/40
[3] Muvatta, Kader 3, (2, 899).
[4] Maide 5/3
[5] Mesnevi 9-10
[6] Tahirul Mevlevi 1/39
[7] Fusus ül-Hikem- Muhyididn ibni Arabi
[8] Fususil hikem – Muhyiddini Arabi
[9] Mifatah’ül Kulub –Abdulkadir Akçiçek- Akpınar yayınevi
[10] Şuâlar, 534-535, Birinci Şua/İki Acip Suale Cevaplar/İşârât-ı Kur’aniye Hakkında Lahika; Sikke-i Tasdîk-ı
Gaybî, 68-69, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar/Bu âciz kardeşiniz, hem itiraz eden o eski dost zâta, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki (…); Kastamonu Lâhikası, 179, Yirmiyedinci Mektubdan/Azîz, Sıddık, Risale-i Nur Şâkirdleri Kardeşlerim.
[11] Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, 36
[12] Kastamonu Lahikası, 29, Yirmi yedinci mektuptan
[13] Kastamonu Lahikası 14-15, Yirmi yedinci mektuptan
[14] Rehberler, 141, Gençlik Rehberi/Risale-i Nur Nedir? Ziver Gündüzalp kardeşimizin Konya Nur Talebeleri
adına, Risale-i Nur hakkında görüşlerini ifade edip, Ankara Üniversitesi gençlerine gönderdiği bir konferanstır.
[15] Müdâfaalar, 300, Afyon Müdâfâsı/Zübeyir’in Müdafaasıdır.
[16] Müdâfaalar, 347, Afyon Müdâfâsı/Afyon Mahkemesi Kararnâmesinden/Sanıklardan Bilahere Yakalanmış Olduğundan, Bilirkişilere Tedkike Gönderilemeyen Sair Eserler ve Mektublardaki Suç Mevzuu Olan Yazıların Hulâsaları. Benzer ifadeler için bak. Şuâlar, 141, 523, 535, 545, 590; Mektubat, 361, 362; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 68, 74; Kastamonu Lâhikası, 14, 179, 212; Âsâ-yı Mûsa, 118; Bediüzzaman Said Nursî, 579.
[17] Tasavvuf ve İslam – Ercümend Özkan – Anlam yayınları –(s.214) Kendisine vahiy geldiğini, yazdırıldığını iddia eden İskender Evrenoslu’nun kitabından alıntılar.
[18] El-Araf 7/16-17
[19] Şuara 26/223
[20] En’am 6/ 112
[21] Ahmed bin Hanbel

0 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.

HELAK OLAN TOPLUM

  İslam inancına göre insan yaratılmışların en şereflisidir. Aklı olan insan hayvanlarda olmayan özelliklere sahiptir. Allah (c.c.) insanı yaratırken öyle bir özellik vermiştir ki, insan meleklerden bile üstün olabilirken hayvanlardan bile aşağı olabilmekte, hatta aşağıların en aşağısı olabilmektedir. Bu hususlar bizzat Rabbimiz tarafından Kur’an’da bildirilmektedir.
   “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.” Tin 95/4-5
  Hatta insanın hayvanlardan daha aşağı olabileceği, ne kadar zalim olduğu ve taşlardan bile daha katı, daha beter olabileceği ayetlerde Rabbimiz tarafından bildirilmektedir.
  “Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarılır, ondan sular çıkar, öyleleri de vardır ki, Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil (habersiz) değildir.” Bakara 2/74
   “… Doğrusu insan, pek zalim ve nankördür.” İbrahim 14/34
  “Sakın okumazlık etme! Çünkü insan, muhakkak azıtır!…” (Alâk 96/6)
  “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” Ahzab 33/ 72
   “Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini veya anladıklarını (kavradıklarını) mı sanıyorsun? Onlar sırf hayvan gibi, hatta gidişçe (yolca) daha sapkındırlar. (dallun) “ Furkân 25/44
   İnsan zalimdir ve kan dökmeye meyilli bir tabiatı vardır. İnsan ilk yaratılacağı zaman Allah (c.c.) meleklere şöyle buyuruyor: “Hani Rabbin, Meleklere: “Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim” demişti. Onlar da: “Biz seni övüp-yüceltir ve (sürekli) takdis edip dururken, orada fesat çıkaracak ve orada kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?” dediler. (Allah:) “Şüphesiz, sizin bilmediğinizi ben bilirim.” dedi.” Bakara 2/30
   Yaratılışında kan dökmeye meyilli olan, hayvanlardan aşağı olabildiği gibi taş gibi kas katı ve hatta daha beter olabilen insanı insan yapan imandır, ibadettir, salih ameldir ve Allah’ın kendisine emrettiği şekilde nefsini ıslah etmektir. Bu vasıflardan uzaklaşan insan değersiz bir varlık haline gelir. Yani pislik üreten, etrafına zarar veren, katleden, sadece nefsi için yaşayan ve aşağıların en aşağısı bir varlık haline gelir. Allah katında hiçbir değeri olmaz. İnsanın hüsranda olduğu ve kurtulması için iman etmesi, salih amel işlemesi, bir birine hakkı ve sabrı tavsiye etmesi gerektiği Asr suresinde bildirilirken; Rad suresi 28. ayette de “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.” Buyrulmaktadır. Yani insan kalbinin hasta olduğu ve insanın bu hastalığına şifa bulması ve dünya hayatında huzur ile yaşamasının ancak Salih amel ve Allah’a kulluk ile mümkün olabileceği bildirilmektedir. Bu halden uzak yaşayan huzursuz, hasta ve bunalımlı bir kalbe sahip olan insan her türlü kötülüğü yapabilecektir. Allah’a kulluktan uzak yaşayan insanlar ne kadar bolluk içinde de yaşasalar ne kadar rahat içerisinde de olsalar mutlaka bir şeyler eksik olacaktır. Yaratılıştan gelen açlık doyurulmadığı için insanın içerisinde bunalan nefsi canavarlaşarak kontrol edilemez bir hale gelecektir. Bunun neticesinde de günümüzde de olduğu gibi kendisinden her türlü aşağılıklar sadır olan insanlar ortaya çıkacaktır.
   Allah (c.c.) insanları ve cinleri yalnız kendisine kulluk etmeleri için yaratmış ve kimin daha güzel amel işleyeceğini belirlemek ve bunun sonunda da hesaba çekip, ameline göre mükâfatlandırmak ya da cezalandırmak üzere dünyaya göndermiştir.
   “O, hanginizin daha güzel amel yapacağınızı denemek için ölümü de hayatı da takdir edip yaratandır.” (Mülk, 67/2).
   Allah (c.c.) gönderdiği elçileri ile insana nasıl yaşarsa kurtulacağını ve neler yaparsa azaba uğrayacağını ayrıntılı bir şekilde bildirmiştir. İnsana daima kurtuluş yolu gösterilmiş ve kurtulması teklif edilmiştir. Dileyen iman eder kurtulur. Dileyen de iman etmez ve azaba müstahak olur.
   İnsan görmediği halde Allah’a, Meleklere, Ahirete, Cennete, cehenneme ve bütün yaptıklarından hesaba çekileceği güne iman etmek ya da bunları kabul etmemek arasında bir tercih yapar. Tercih hakkı insana bırakılmıştır.
   Ahiret inancı insanın hayatını şekillendiren ve ona yön veren en önemli faktördür. İnsanı kötülük yapmaktan alıkoyan en önemli şey bir gün yaptığının sonsuz kudret sahibi Rab tarafından hesabının sorulacağına inanmaktır. Zerre kadar yapılan iyiliğin ve zerre kadar yapılan kötülüğün karşılık bulacağına gerçekten inanan bir insanın kötülük yapması mümkün değildir.
   “Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onu görür; Kim de zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, o da onu görür.” Zilzal 99/7-8
   Ahiret ile insan arasındaki perdelerin kaldırılarak cennetin ve cehennemin bir an olsun insana gösterilmesi halinde şiddetli azabı gören insan asla hiçbir kötülük yapmayacaktır. Kimse onu secdeden kaldıramayacak ve hatta azabın korkusundan aklını kaybedecektir. Kendisini ebedi olan şiddetli bir azabın beklediğine görüyormuşçasına gerçekten inanan ve Allah ile karşılaşmayı uman bir insan bırakın kötülük yapmayı ahirette kendisini kurtarması için bütün servetini vermekten çekinmez o kurtulmak için her türlü fedakârlığı yapardı.
  Allah ile karşılaşmayı umarak salih amel işleyenler müjdelenmektedir.
   “Onlar, (mü’minler ise), hiç şüphesiz, Rableriyle karşılaşacaklarını ve (yine) hiç şüphesiz, O’na döneceklerini bilirler.” Bakara 2/46
   “İman edenler ve salih amellerde bulunanlar da, Rableri onları imanları dolayısıyla altından ırmaklar akan nimetlerle donatılmış cennetlere yöneltip-iletir (hidayet eder).” Yunus 10/9
   “İman edip salih amellerde bulunanları müjdele. Gerçekten onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine rızık olarak bu ürünlerden her yedirildiğinde: “Bu daha önce de rızıklandığımızdır” derler. Bu onlara (dünyadakine) benzer olarak sunulmuştur. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onlar orada süresiz kalacaklardır.” Bakara 2/25
   “Biz onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: “Bizi buna ulaştıran Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bize hidayet vermeseydi biz doğruya ermeyecektik. Andolsun Rabbimizin elçileri hak ile geldiler.” Onlara: “İşte bu yaptıklarınıza karşılık olarak mirasçı kılındığınız cennettir” diye seslenilecek.” A’raf 7/43
   “Onlar; altından ırmaklar akan Adn cennetleri onlarındır. Orada altın bileziklerle süslenirler. Hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler giyerler ve tahtlar üzerinde kurulup-dayanırlar. (Bu) Ne güzel sevap ve ne güzel destek.” Kehf 18/31
   “İşte onlar sabretmelerine karşılık (cennetin en gözde yerinde) odalarla ödüllendirilirler ve orda esenlik dileği ve selamla karşılanırlar.” Furkan 25/75
   “Orada taptaze-meyveler onların ve istek duydukları her şey onlarındır.” Yasin 36/57
   Hz. Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Allah Teâla hazretleri ferman etti ki: “Ben Azimu’ş-Şân, salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen nimetler hazırladım.” Ebu Hureyre ilaveten dedi ki: “Dilerseniz şu ayet-i kerimeyi okuyun. (Mealen): “Yaptıklarına karşılık Allah katında onlar için göz aydınlığı olacak ne mükâfatların saklandığını kimse bilemez” (Secde 17). Buhari, Bed’ü’l-Halk 8, Müslim, Cennet 2, (2824); Tirmizi, Tefsir, (3195).
   Ahirete iman ederek Salih amel işleyenler ile inkar ederek isyan dolu bir hayat yaşayanlar elbette birbirlerini görecekler ve iman edenler büyük bir mutluluk yaşarken iman etmeyenlerde büyük bir pişmanlık duyacaklardır.
   “Böyleyken kimi kimine yönelmiş olarak birbirlerine soruyorlar: Bir sözcü der ki: “Benim bir yakınım vardı.” Derdi ki: Sen de gerçekten (dirilişi) doğrulayanlardan mısın?
   Bizler öldüğümüz toprak ve kemikler olduğumuzda mı gerçekten biz mi (yeniden diriltilip sonra da) sorguya çekilecekmişiz? (Konuşan yanındakilere) Der ki: “Sizler (onun şimdi ne durumda olduğunu) biliyor musunuz?”
   Derken bakıverdi onu ‘çılgınca yanan ateşin’ tam ortasında gördü.
   Dedi ki: “Andolsun Allah’a neredeyse beni de (şu bulunduğun yere) düşürecektin.”
   Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı muhakkak ben de (azab yerine getirilip) hazır bulundurulanlardan olacaktım.
   Şüphesiz bu, asıl büyük ‘kurtuluş ve mutluluğun’ ta kendisidir. Böylece çalışanlar da bunun bir benzeri için çalışmalıdır.” Saffat 37/50-61
   Allah ile karşılaşmayı ummayan, inkâr edip, kulluk etmeyen ve kötülüklerde bulunanlar ise kendilerini nelerin beklediği ile uyarılmaktadır.
   “Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar; İşte bunların, kazanmakta olduklarından dolayı barınma yerleri ateştir.” Yunus 10/7-8
   Kehf Suresinin 29. ayetinde mealen “Ve deki; hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Biz zalimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. (Susuzluktan) imdat dileyecek olsalar, imdatlarına erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek ve ne kötü bir dayanma yeri”
   “Andolsun ki; cin ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, onunla gerçeği anlamazlar; gözleri vardır, onlarla göremezler; kulakları vardır, ama onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvan gibidirler, hatta daha şaşkın (dallun:sapık) dırlar. İşte gafiller bunlardır.” A’râf 7/179
   “Suçlu-günahkârlar ateşi görmüşlerdir, artık içine kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış yolu bulamamışlardır.” Kehf Suresi 18/53
   “İçine atıldıkları zaman, kaynayıp-feveran ederken onun korkunç homurtusunu işitirler.” Mülk Suresi 67/7
   “Orada onların bir inlemeleri vardır. Bunlar orada (sağır olup) bir şey de işitemezler.” Enbiya 21/100
   “Orada dişleri sırıtır halde iken ateş yüzlerini yalar.” Mü’minun 23/104
   “Fakat onlar o saati (kıyameti) de yalanladılar. Biz ise o saati yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırladık.” Furkan 25/11
   “Ki, cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerine görününce, onun bir hışımlanmasını (kaynamasını) ve uğultusunu işitirler.” Furkan 25/12
   “Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman da, oracıkta yok olmayı isterler.” Furkan 25/13
   “(Onlara şöyle denilir) Bu gün bir yok olmayı değil, nice yok olmaları isteyin!” Furkan 25/14
   “De ki: Bu mu daha iyi, yoksa takva sahiplerine vaad olunan ebedilik cenneti mi? Çünkü orası, onlar için bir mükâfattır ve bir varış yeridir.” Furkan 25/15
   Nu’mân İbnu Beşir radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Cehennemliklerin azab cihetiyle en hafif olanı, ayağında ateşten bir nalın ve nalın bağı olan kimsedir ki, ayağındakiler sebebiyle, tıpkı tencerenin kaynaması gibi, başında dimağı kaynar. Öyle tahammülfersa bir azap duyar ki, azabca insanların en hafifi olduğu halde, kendinden şiddetli azab çeken olmadığını zanneder.”Buhari, Rikâk 8; Müslim, İman 363, (213); Tirmizi, Cehennem 12, (2607).
   Ebu’d-Derda (r.a.) anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Cehennem ehline açlık musallat edilir. Bu, içinde bulundukları azaba eşit dereceye ulaşır. Açlığa karşı yardım talep ederler. Onlara besleyici olmayan ve açlığı gidermeyen darî’ (denen dikenli bir ot) verilir. Tekrar yiyecek isterler, bu sefer de boğazda tıkanıp kalan bir yiyecekle imdat edilir. (Bu da boğazlarında takılır kalır, ne ileri geçer, ne de geri gelir.) Derken, dünyada iken, bu durumda, bir içecekle takılan lokmaları kaydırdıklarını hatırlarlar ve bir içecek talep ederler. Kendilerine demir kancalar bulunan kaplarda kaynar sular verilir. Bu kaplar, yüzlerine yaklaştırılınca, yüzlerini dağlayıp atar. Su karınlarına girince, içerilerini param parça eder. Bu sefer de: “Cehennemin bekçilerini çağırın, ola ki azabımızı biraz hafifletir!” derler. Onları çağırırlar. Onlar gelince: “Size peygamberleriniz bu halleri açıklayan haberleri getirmemiş miydi?” derler. Onlar: “Evet getirmişti (ama dinlemedik)” derler. Bunun üzerine, bekçiler: “Siz isteyin durun! Kâfirlerin istekleri (burada) boşadır!” derler” (Mü’min 40/50).
   Cehennemlikler bekçilerden ümidi kesince: “(Cehenneme müvekkel melek) Mâlik’i çağırın!” derler. (Mâlik gelince): “Ey Mâlik, (söyle de) Rabbin bizim hakkımızda ölüme hükmetsin!” derler. Mâlik de onlara: “Hayır! (Siz burada canlı olarak ebedi) kalıcılarsınız!” diye cevap verecek” (Zuhruf 43/77). (Hadisin ravilerinden) A’meş rahimehullah der ki: “Bana bildirildi ki, cehennemliklerin Mâlik’e yalvarmaları ile Mâlik’in onlara verdiği cevap arasında bin yıllık zaman geçecektir. Cehennemlikler, bu sefer aralarında: “Rabbinize dua edin, sizin için O’ndan daha hayırlı kimse yok!” diyecekler ve elbirlik şöyle yakaracaklar: “Ey Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galebe çalmıştı, biz gerçekten sapıtmış kimselerdik. Ey Rabbimiz bizi bundan çıkar. Eğer (yine) küfre dönersek artık hiç şüphesiz ki zâlimlerden oluruz” (Mü’minûn 106/107). Rab Teâlâ, onlara: “Cehennemin içine yıkılıp gidin! Bana bir şey söylemeyin!” diyecek” (Mü’minûn 106/108). Resûlullah devamla dedi ki: “Bu cevap üzerine, cehennem ehli her çeşit hayırdan ümitlerini keserler; hıçkırmaya, nedâmet etmeye, dövünüp yırtınmaya başlarlar.”Tirmizi, Cehennem 5, (2589).
   Hz. Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Cehennemliklerin tepelerine kaynar su dökülür. Bu su, vücutlarının içine nüfuz eder, öyle ki karınlarına kadar ulaşır; içlerinde ne var ne yok, söker atar ve ayaklarını delip geçer. Bu hâdise “Bununla karınlarının içinde ne varsa hepsi ve derileri eritilecektir” (Hacc 20) ayetinde zikri geçen eritme (es-Sahru) hâdisesidir. Sonra (eriyen cesetleri) eski haline iade edilir.”Tirmizi, Cehennem 4, (2585).
   Allah ve Rasulü tarafından vaat edilen bu olaylara inanan, bir gün kendisini bekleyen azabın ne kadar şiddetli olduğuna iman eden bir insan ne kötülük yapabilir. Veya salih amel işlemesi halinde cennette kendisini ne kadar büyür bir mutluluğun ve nimetlerin beklediğine iman eden bir kişiyi kim salih amelden geriye koyabilir. Yani şüphesiz ahireti görüyormuşçasına iman eden bir toplumda sorunlar kendiliğinden çözülecek ve toplum ıslah olacaktır.
   Bütün bu uyarılara rağmen iman etmeyen ve nefsini ıslat etmeyenler ise kimseye değil ancak kendilerine yazık edeceklerdir.
  İslam dininin bütün emirleri insanın dünya ve ahirette mutlu olmasını sağlayacak emirlerdir. Zina yasaklanmıştır, insanın toplumun ve neslin yararınadır. İçki yasaklanmıştır yine faydalı bir yasaktır. Kumar yasaklanmıştır, yine faydalı bir emirdir. Nice aileler ve ocaklar bu yüzden yıkılmıştır. Faizi, haksız kazancı, fuhşiyatı ve kumarı yasaklayan Allah (c.c.) kulları arasında adaletin sağlanmasını istemekte ve huzursuzluğu ise istememektedir. Özetlersek ne kadar yasaklanan ve yapılması emredilen şey varsa, hepsi insanın mutluluğu ve huzuru içindir. Bütün bu güzelliklere rağmen dinin emirlerini hayatlarına hâkim kılmayanlar. Nefislerine hoş gelen başka arayışlara girerek Allah’ın emirlerini tanımayarak bu dünyada mutlu olacaklarını, huzur bulacaklarını zannetmektedirler. Allah’ın emirlerini irtica olarak görmekte ve engel olmak için her türlü çabayı harcamaktadırlar.
   Laiklik inancını benimseyen, laikliği menfaatleri doğrultusunda kullananların ve hatta onu dahi yanlış anlayıp uygulamak isteyenlerin korkuları yüzünden İslam öcü gibi görülmektedir. Aslında bu yaklaşımdakilerin büyük bir çoğunluğu laikliğin bile ne anlama geldiğini bilmemekte, bilenlerde menfaatlerine göre yapacaklarını laikliğin arkasına gizlenerek yapmaktadırlar. Oysa laiklik insanların inancına karışmamak ve her dine eşit uzaklıkta olmak demektir. Bir Hıristiyan’ın ya da bir Yahudi’nin bile rahatça dinini yaşayabildiği ülkemizde büyük bir çoğunluğu oluşturan Müslümanlar inançlarını yaşamakta zorluk çekmektedirler.
   Gereksiz ve anlamsız korku içerisindeki bazı çevreler hurafeden uzak sahih ve temiz dinden bile rahatsızlık duymaktadırlar. Her söylemlerinde sapıklıktan, hurafeden ve irticadan bahsedenler, bunların kökünü kurutacak tertemiz sahih dinin eğitiminin verilmesinden dahi rahatsızlık duymaktadırlar. Bir şeyin yanlış öğrenilmesini engellemenin en doğru metodu, onun doğrusunu öğretmektir. İyi niyetli iseniz neden doğrusunu öğretmiyorsunuz? Zaten sapıklık ve hurafelerin bulaştığı dinden bu dinin aklı başında müntesipleri de rahatsız.
   Din korkusu yüzünden türlü türlü planlar yapanların tertemiz olan dinden hiçbir haberleri bulunmamakta, bilmediklerinin düşmanlığını yapmaktadırlar. Bu korkuları yüzünden ahiret inancından uzak, imansız, hiçbir hesap tanımayan bir neslin yetişmesine sebep olmaktadırlar. Bu çevreler din korkusu yüzünden hepimizin de içinde bulunduğu geminin altını delmektedirler. Ama bir türlü akletmedikleri bir gerçek var ki; bu gemi batışa doğru gidiyor. Ve batarsak hep birlikte batacağız. Allah’ın emirlerinden neden bu kadar korkuyor ona isyan ediyor ve hatta ona savaş açıyorsunuz? Böyleleri hakkında Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “İnsan görmez mi ki biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki apaçık düşman kesilmiş” Yâsîn 36/77
   “Onlara ne oluyor ki Kur’an’dan yüz çeviriyorlar? Sanki onlar arslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri gibi!” Müddessir, 49/51
  Hiçbir inanış müntesiplerinin yaptıkları yanlışlıkla değerlendirilemez. Teorideki hiç bir bilgi, yanlış uygulayanlar yüzünden doğruluğunu kaybetmez. Doğrular yanlış uygulanınca doğru olmaktan çıkmazlar. Sadece uygulamadaki hatalar yanlış olarak kabul edilebilir. Ama her ne hikmetse ortadaki kokuşmuşlukları bahane ederek irtica yaygarası koparanlar doğru dinin eğitiminden de rahatsızlık duymaktadırlar. Evet Müslümanlar içerisinde bir çok yanlış yola sapanlar var. Ama bunun mücadelesinin tek yolu; o da doğru olan dinin eğitiminin verilmesidir. Bunun dışındaki yaklaşımlarda iyi niyet aramak mümkün değildir.
   İnsanoğlu huzuru ve mutluluğu elinin tersi ile iterek, o kadar helal olan tertemiz nimeti bırakıp, Allah’ın yasakladığı koruluğun içindekilere, az ve pis olana ulaşmak istemektedir. Sonsuzluk karşısında hiç mesabesinde olan dünya hayatına razı olmaktadırlar. Oysa bu dünya hayatı çok kısadır ve kimseye kalmamıştır.
   İbn Mesûd (r.a.)’den rivayete göre Allah Resûlü (s.a.v.) buyurdu: “Ben dünyayı neyleyeyim! Benim dünya ile alâkam, bir ağacın altında oturup dinlendikten sonra kalkıp, orayı terkeden bir atlının bu durumu gibidir” Tirmizî
İnsanın hatasız olması mümkün değildir. Zaten Allah’ta bizden hatasızlık istememektedir. Önemli olan hatada ısrar etmemek ve tevbe etmektir. Yeter ki inkarcı olunmasın ve şirk koşulmasın.
  İnsanoğlu içinde Rabbine karşı günah işleyenler olduğu gibi büyük bir cüret ile Allah’a karşı savaş açanlar bile olmuştur. Bu insanların yüce yaratıcının azametli kudretinden habersizce ve isyan dolu yaşayışlarının sonunun ne olacağı hakkında bir endişeleri bulunmamaktadır. Şayet böyle bir endişeleri olsaydı elbette isyan ile değil itaat ile yaşarlardı. Uyarılara rağmen isyanda ısrar edenleri Allah (c.c.) şöyle uyarıyor: “…Allah’tan korkup-sakının ve gerçekten bilin ki, siz O’na döndürülüp-toplanacaksınız.” Bakara 2/203
   İnsan son nefesini verince dünyada ölürken ahirette dirilecek ve aradaki perdelerin açılmasıyla birlikte büyük azabı görünce büyük bir pişmanlık duyacaktır.
   “Onlar cehennemde, “Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki, dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller, salih ameller işleyelim” diye bağrışırlar. (Onlara şöyle denilir:) “Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın azabı. Çünkü zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.” Fatır 35/37
   Bu uyarıların bilinmemesi, iman edilmemesi ve gerekli eğitimin verilmemesi nedeniyle toplum büyük bir hızla uçuruma doğru gitmektedir. Tağutlara kul olan ve İslam toplumlarının başında yönetici olan ahmak, korkak ve münafık idarecilerde Müslümanların İslam’dan uzaklaşarak her geçen gün tükenmesine ve uçuruma yuvarlanmasına sebep olmuşlardır. Dikte ettikleri İslam dışı kanunlar ile bu ümmete Yahudi ve Hıristiyanlardan daha fazla zarar vermişlerdir. Dışardan kâfirler, içerden de bu zalim münafıklar yıllardır Müslümanlara kan kusturmaktadırlar. Müslümanların damarlarına yıllardır pislik enjekte edile, edile bu ümmet içinde nüfus cüzdanında Müslüman yazıp da Yahudileşmiş ve Hıristiyanlaşmış ne olduğu belli olmayan insanlar türemiştir. Bu insanların bir iki nesil evveline gidildiğinde aslında Müslüman bir soydan geldiği görülecektir. Ancak yıllardır batı menşeli, İslam’dan uzak, oyalamacı ve dayatmacı eğitime tabi tutulan Müslüman halkların çocukları içerisinde böylelerinin türemesi çok normaldir. Bu insanlar Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi düşünüp, onlar gibi yaşadıklarından haliyle onlardan İslam’a sevgi ve hizmet beklemek boş bir beklenti olacaktır. Hatta bırakın hizmet ve sevgi beklentisini, ele geçirdikleri mevkilerin gücünü Müslümanlara zulmedici her ne varsa uygulamaya koymakta kullanmaktadırlar. Bu insanların ümmet içindeki sayısı o kadar artmıştır ki, bütün köşe başlarına onlar oturmuş, ellerinde bulunan imkânları Müslümanlara zehir kusmakta, onları yozlaştırmada, köleleştirmede ve ahlaksızlaştırmada kullanmaktadırlar.
   İslam toplumları hiç bu dönemde olduğu kadar bir kültürel, eğitimsel, ahlaki ve ekonomik işgal ile karşılaşmamıştır. Öyle bir işgal ki dışardan kâfirler entrikalarını uygulamaya koyarken, içerden de adı Müslüman olan kâfirler Televizyon, gazete ve dergi gibi etkenleri kullanarak egemen güçlere olan köleliklerinin, yalakalıklarının gereğini yapmaktadırlar.
   Bir televizyon düşünün ki, nerde pislik film var, nerde ahlaksız program var, ekrana onu getiriyor. Müslümanların başına musallat olan ve ezen kafirler aleyhinde bir program yapmadığı gibi, bir takım insanların aşklarını haber yapmaktan zaman bulamadıkları için Müslümanların ezilmesini gündemlerine bile almamaktadırlar. Ama ne idüğü belirsiz insanların yaşayışları ve aşkları örnek diye gösterilmekte ülke gündemini meşgul etmektedir. Bu insanlar kimdir ve örnek olacak hangi yaşantıları var da ülke gündeminin ilk sıralarında yer almaktadırlar. Birinin kucağından ötekine atlayan, içki, kumar ve zinayı hayatlarının bir parçası kabul eden ne için yaşadığını dahi bilmeyen bu insanların saygınlığı ve sanatı bu mu? Yani sanatçı olmak için ve ülke gündeminde ilk sıralarda yer almak için onlar gibi mi yapmak gerekmektedir? Türkiye de sofrasında ikinci bir tabak yemeği bulamayan, hatta sadece ekmek parası bulmak için bir ay boyunca köle gibi çalışmak zorunda kalan insanların çocuklarına izlettirilen bu burjuva hayatların hangi gaye için ön plana çıkarıldığı gayet açıktır. Bu örnek gösterilen insanların yaptıkları, Müslüman toplumun uğrunda canını hiç çekinmeden verebileceği değerleriyle adeta alay edercesine televizyonlarda izlettirilmektedir. Bırakın Müslümanlığı insan olan birisinin bile asla kabul etmeyeceği bir şekilde orta malı olmuş kadınların hayatlarının her gün evimizin başköşesinde yer alması, yıllardır planlı olarak sürdürülen yozlaştırma çalışmalarının tezahürüdür.
   Çevrilen dizi filmler, sinema filmlerinde işlenen konular, hep Müslümanların kutsal değerlerini aşağılayıcı ve şiddete yönelik olarak seçilmektedir. Filmlerde seçilen sapık ve alay konusu şarlatan karakterlerin özellikle Allah’ın isimleri ile isimlendirilmeleri, zorda kalan bir kadının namusunu sattığı, aldatma, öldürme, çalma, çarpık ilişkiler ve seks üzerine yazılmış senaryolar ile filmleri hazırlayanların iyi niyetli olduklarını düşünmek mümkün değildir. Bu filmlerde ortaya konan senaryolar insanların bilinçaltına yerleştiğinden normal hayatta da aynen gerçekleşmektedir.
  Yeryüzünün beynelmilel alçaklarının ve kahpelerinin birbirleriyle olan zinalarını aşk, hayat tarzlarını da bu ümmete örnek hayat tarzıymış gibi televole programları ile gösteren bazı aşağılık medya organları hiç şüphe yok ki, içlerindeki zehri kusarak ümmeti her gün zehirlemektedirler. Bu aşağılık insanların beyefendi ve hanımefendi kabul edilip, örnek insanlar olarak gösterilerek, asıl saygı ve sevgiyi hak eden insanların geri plana itilmesi, açılıp, saçılmanın çağdaşlık, kapalı insanların da inançlarının gericilik sayılması gelinen noktanın ne kadar acı olduğunu gözler önüne sermektedir.
   Bir gazete düşünün ki, haberden çok fahişe resimleri ile donatılmış. Örnek alınan Avrupa da bile böyle çıplaklık alenen gazetelerde yer almazken söz konusu aşağılık mihraklar tarafından çıkarılan bu gazete paçavralarının bu pislik dolu müstehcenliği alenen yayınlamaları hangi iyi niyetle izah edilebilir?
  Açılmayı ve her yerini ortaya dökmeyi çağdaşlık olarak gören bu aşağılık insanların isimlerine bakıldığında Müslümanların isimlerini taşıdıkları görülecektir. Ancak şurası kesindir ki, bu insanların adı Mehmet de olsa, Ali de olsa, Emin de olsa, onlar kâfirlerin ta kendileridir.
   Kâfirlik Avrupa, Amerika ve İsrail’e ait bir olgu değil, vasıflarını taşıyan herkesin sahip olabileceği bir şeydir. Yani Müslüman’ım diyen gereğini yapacaktır. Şayet kâfir gibi davranıp ta, hala Müslüman olduğunu iddia ederse, bu durumda da münafık olur ki; bu daha kötü bir sıfattır. İşte bu zalimler, bu alçak hainler aşağılık gazetelerinde her türlü pisliği yayınlayarak yıllardır Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktadırlar. Burada anlaşılması güç olan ise Allah’a ve Rasulüne iman ettiklerini iddia edenlerin bu tip gazete ve dergilere itibar etmeleri ve onlara para kazandırmalarıdır.
   Müslümanlar yıllardır dinlerinden yoksun bir eğitimle ahlaksızlaştırıldığı için, namus kavramı, sadakat, adalet ve utanma nedir öğretilmediği için geçmişte helak olan kavimlerin bütün vasıflarını taşıyan toplumlar haline gelmiştir. Livata, adaletsizlik, hayvan dövüştürme, zinanın her türlüsü, lezbiyenlik, çocuk pornosu, çocukları öldürme, tecavüz, intihar, hırsızlık, deyyusluk, hile, sahtekarlık, organ ticareti, uyuşturucu ticareti vb. işler artık Müslüman toplumlarda her gün boy göstermektedir. Artık; Şunu da görmemiştik denilebilecek yaşamamıştık diyebileceğimiz bir olay kalmamıştır. İnsanlar evlerinden dışarıya çıkarken büyük bir endişe ile çıkmakta, akşam evine kazasız, belasız dönebileceğinden emin olamamaktadır. Günümüzde insan gerçekten haddi aşmış ve çok tehlikeli bir yaratık haline gelmiştir.
   İslam hiçbir kötülüğe ve fuhşiyata asla müsaade etmez. Hakkıyla iman edenden asla kötülük beklenemez. Ancak İslam’ı bilmeden ama İslam’dan habersiz olarak yaşayan Müslümanlar adeta İslam’ın önünde perde olmaktadırlar. Bu insanlara bakıp ta İslam’ın güzelliklerini göremeyenler bu perde arkasındaki güzellikleri göremediklerinden İslam’a savaş açmaktadırlar. Oysa İslam bütün bu kötülüklere savaş açmıştır.
   Tarihte Dünyanın en güçlü ordularına karşı savaşarak her şeyini feda edip, Çanakkale geçilmez dedirten bir milletin çocukları büyük bir işgal altında bulunmaktadır. Savaş meydanında geçilemeyen Çanakkale maalesef bu gün geçilmiş, ülkenin her bir yanı manen ve ahlaken işgal edilmiştir.
   Buldukları her fırsatta İslam’a ve Müslümanlara saldıran batı aşığı ve Amerikan uşağı mihraklar efendileri tarafından kendilerine biçilen görevi ifa etmekte çok başarılı oldular. Ve onlardan başka bir davranış beklemek safdillik olur. Asıl üzücü olan Müslümanların bu oyunlar karşısında hiçbir şey yapmadan gaflet içinde yaşamalarıdır.
   Bütün bu çalışmalar neticesinde Müslüman toplumlar öyle bir asimilasyona uğradı ki; adeta Hıristiyanlaştı, adeta Yahudileşti ve hatta ateistleşerek en küçük bir endişe taşımadan anlamsız bir varlık olarak hayat sürdürmektedir.
   Buradan çağrımız şudur ki: Gelin aklımızı başımıza toplayalım gerçek manada iman edelim ve kardeşler olalım, sevelim, sevilelim inanın bu dünya kimseye kalmaz. Gözlerimizi kapattığımızda hiçbir pişmanlık işe yaramayacak. İnsanları gerçek İslam ile tanıştıralım ve onlara bu eğitimi vermekten korkmayalım. Kötülüklerden kurtulmanın ve toplumsal huzurun tek yolu budur. Her insanın kalbine bir bekçi koymadıkça kötülükleri engellemek mümkün değildir. Bunun tek yolu da ahiret inancıdır. Bu inanç insanlara verilmez ise insanın bu dünyada huzur içerisinde yaşaması mümkün değildir.
   Hep birlikte birbirimizi anlamaya çalışalım herkes inancını yaşasın kimse bir başkasını inancı yüzünden zorlamasın. Şayet bu halde anlamsız bir inatla devam edersek bir gün hepimiz bundan zarar göreceğiz. Ama iş işten geçmiş olacak.
.
Musab  KÖYLÜOĞLU

0 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.

KABİRDE DUA

Dua etmek için kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de bir çok emir ve işaretler vardır. Yüce Allah Mü’min Sûresinde şöyle buyuruyor:
وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونى اَسْتَجِبْ لَكُمْ
“Bana dua edin ki size karşılığını vereyim..”[1]
وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادى عَنّى فَاِنّى قَريبٌ اُجيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجيبُوا لى وَلْيُؤْمِنُوا بى لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ (186)
“Ey Muhammed kullarım beni sana sorarlarsa, bilsinler ki, ben şüphesiz onlara yakınım, Benden isteyenin dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip bana inansınlar, doğru yolda yürüyenlerden olsunlar” [2]
اِنِ الْحُكْمُ اِلَّا لِلّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَعَلَيْهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ
“Hüküm ancak Allah’ındır.Ben ona dayanır ona güvenirim.Tevekkül edenler ancak ona güvensinler.” [3]
وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ
“Allah’a güvenen kimseye o yeter”[4]
وَمَنْ اَضَلُّ مِمَّنْ يَدْعُوا مِنْ دُونِ اللّهِ مَنْ لَايَسْتَجيبُ لَهُ اِلى يَوْمِ الْقِيمَةِ
وَهُمْ عَنْ دُعَائِهِمْ غَافِلُونَ
“Allah’ı bırakıp ta kıyamet gününe kadar cevap veremeyecek olan kimseyi çağı randan daha sapık kimdir? Oysa ki bunlar onların çağrısının farkında değillerdir.”[12]
قُلِ ادْعُوا الَّذينَ زَعَمْتُمْ مِنْ دُونِه فَلاَ يَمْلِكُونَ كَشْفَ الضُّرِّ عَنْكُمْ
وَلاَ تَحْويلًا (56) اُولئِكَ الَّذينَ يَدْعُونَ يَبْتَغُونَ اِلى رَبِّهِمُ الْوَسيلَةَ اَيُّهُمْ
اَقْرَبُ وَيَرْجُونَ رَحْمَتَهُ وَيَخَافُونَ عَذَابَهُ اِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ كَانَ مَحْذُورًا (57)
“Deki Allah’ın dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım onlar sıkıntınızı ne gidermeye nede bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler. Çağırdıkları bu şeylerde Rablerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar,rahmetini umar azabından korkarlar çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur.” [13]
“Muhakkak ki mescidler Allah’a mahsustur. Öyleyse Allah ile birlikte bir başkasına dua etmeyin.” [14]
Allah Rasulü (s.a.v.) ibni Abbas (r.a)’e şöyle buyurmuştur;
“İstediğin zaman Allah’tan iste istiane (istimdat) ettiğin zaman Allah’tan istiane et” [15]
Ali b. Huseyn hakkında şu anlatıldı:
“O bir adamın Peygamber (s.a.v.)’in kabri yanındaki bir boşluğa geldiğini gördü. Adam oraya girmiş dua ediyormuş. Ali b. Huseyn onu çağırıp şunları söylemiş: ‘Ben sana babamdan duyuduğum, onunda dedem Resulullah (s.a.v.)’den duyduğu bir hadisi aktarayım mı?
“Kabrimi bayram yerine; evlerinizi de kabirlere çevirmeyin. Bana salat edin. Sizin salat ve selamınız nerede olsanız, bana ulaşır.” [5]
Ebu Hureyre’nin rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.v.): “Evlerinizi, kabirlere çevirmeyin. Benim kabrimi de bayram yerine çevirmeyin. Bana salat getirin. Çünkü nerede olursanız, salatınız bana ulaşır.” Buyurdu. [6]
Aişe (r.anha)’dan rivayete göre: “Peygamber (s.a) Bakie gider onlara (oradaki müslümanlara) dua ederdi. Aişe bu durum hakkında ona sorunca onlara dua etmekle emrolundu diye cevap verdi.” [7]
“Rasûlullah (s.a) Aişe’nin yanında gecelemesi gereken her gecede gecenin son bölümünde çıkar ve şöyle derdi: es-Selamu aleykum ey mü’minler topluluğunun yurdu [da bulunanlar]. Şüphesiz bizler de, sizler de ve yarın vaadolunduklarınız da belli bir ecele kadar ertelenmişizdir. Muhakkak bizler -inşaallah- size yetişeceğiz. Allah’ım Bakiu’l-Garkat’de bulunanlara mağfiret buyur.” [8]
Bureyde’den rivayet edilmiştir. O dedi ki: “Rasûlullah (s.a) kabristana çıktıklarında onlara (neler söyleyeceklerini) öğretiyordu. O bakımdan onlardan birisi (kabir ziyaretine gittiğinde) şöyle derdi:
Ey mü’minler ve müslümanlardan olan bu diyarın ahalisi selam sizlere! Muhakkak bizler inşaallah [size] kavuşacağız. [Siz bizden önce gittiniz, biz de arkanızdan geliyoruz.] Allah’tan bize de, size de esenlik vermesini dileriz.” [9]
İslâm’da dilek ve istekler sadece Allah’a arz edilir. Allah’tan başkasına sığınmak ve O’ndan gayrisinden mağfiret dilemek doğru değildir. Gerçek böyle olmasına rağmen,duaya bir sürü bâtıl hareketler sokulmuştur.
Bazıları dua ederken sanki kavga ediyor gibi bağırıp çağırıyor. Kimisi dua yapmak için türbelere, yatırlara koşuşturuyor. Kimisi de mezarlara elini yüzünü sürmekte, türbelerin eşik ve pencerelerini öpmektedir. Bir çeşit tapınma hareketleri yapmaktadırlar.
Bu hareketlerin cümlesi yanlıştır ve batıldır. Dua etmek için kabir başına, yatır taşına gitmeye gerek yoktur. Kabirde yatan mevtalar insanların dileklerini yerine getiremezler. Dua eden kişi ile Allah arasında vasıta olamazlar. Çünkü İslâm’da Allah’a sığınmak, O’na dua etmek için bir aracıya ihtiyaç yoktur. Kul, vasıtasız Allah’a iltica eder. Bu itibarla bir kimse, “Falan yatıra gittim ona dua ettim o mübarek zatın himmeti ile duam kabul oldu” derse bu şirktir ve caiz değildir.
Kabirler; ölümü düşünmek, ahireti hatırlamak ve insanın hangi mevkide olursa olsun bir gün gelip mezarda yatan gibi toprak olacağını görmek ve ibret almak için ziyaret edilir. Bunun dışındaki davranışlar bidattir.
İnsanın yüce yaratıcıya karşı yapmak zorunda olduğu kulluk görevlerinden biri de dua’ dır. Sevgili Peygamberimizin bildirdiğine göre “Dua bir ibadettir”[10]
İnsanoğlu hangi tür inancı taşırsa taşısın, hiçbir zaman dua etmek lüzumunu hissetmekten uzak kalmamıştır. Çünkü insanoğlu yaratılışı gereği daima üstün bir kudrete bağlanmış, ona inanmış ve ondan yardım dilemiştir. İşte dua, bu inanışın dile getiriliş biçimidir.Aslında dua, kelime anlamı bakımından; Allah’tan yardım dileme anlamına “çağrıda bulunmak, davet etmek”, “yardım ve esenlik istemek” anlamlarına gelmektedir.
Muhammed Hamdi YAZIR dua’yı şöyle tarif etmektedir.
“Dua; küçüğün büyükten, âcizin kâdirden hacet ve arzusunu talep ve ricası demektir. [11]
 
O halde dua ederken hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmadan vasıtasız olarak ancak ona güvenip ve ondan bekleyerek boyun büküp istemelidir.Çünkü acize istemek düşer. Kâdir’in ise vermek şanındandır.Şânı yüce Allah daha iyi bilir.

.
 
Musab Köylüoğlu

.



[1] Mü’min 60
[2] Bakara 186
[3] Yusuf 67
[4] Talak 3
[5] İbn Ebi Şeybe, II/83/2; Ebu Ya’la, Müsned, k.32/2
[6] Ebu Davud, 2042; Ahmed, II/367 Hasen bir senedle.
[7] Hadisi Ahmed (VI, 252)’de Buhari ve Müslim’in şartına göre sahih bir senedle rivayet etmiştir. Bu manadaki bir hadis Müslim ve başkaları tarafından başka bir yolla ve uzunca kaydedilmiştir.
[8] Hadisi Müslim (III, 63), Nesai (I, 287), İbnu’s-Sünni (585), Beyhaki (IV, 79), Ahmed (VI, 180)’de rivayet etmişlerdir. Ancak Ahmed’in rivayetinde mağfiret için dua ifadesi yoktur. Fazlalık ona ve İbn es-Sünni’ye aittir.
[9] Hadisi Müslim (III, 65), Nesai, İbn Mace (I, 469)’da rivayet etmişlerdir. Aynı şekilde İbn Ebi Şeybe (IV, 138), İbnu’s-Sünni (582), Beyhaki ve Ahmed (V, 353, 359-360)’de rivayet etmişlerdir.
[10] Tecrid-i Sarih, c. 12, s. 360.
[11] Hak Dini Kur’ân Dili, M.Hamdi Yazır, c. 3, s. 2194.
[12]Ahkaf -5
[13]sra 56-57
[14] Cin 72/18
[15] Ahmet-Tirmizi

0 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.