MÜSLÜMANLAR ÜZERİNDEKİ ŞER TEZGAHI

a) Televizyon faaliyetleri
b) Gazete ve dergi faaliyetleri
c) Eğitimdeki dayatmacı programlar.
d) Siyasi partiler
e) Dini kurumlar
f) Misyonerlik faaliyetleri
g) Yahudi planları
A)TELEVİZYON FAALİYETLERİ:
Televizyon kullanım şekline göre iyi bir eğitim ve tebliğ aracı olduğu gibi çok tehlikeli bir dejenerasyon aracıda olabilir. Televizyon vasıtasıyla bir toplumu kahraman olarak tanıtabileceğiniz gibi bir toplumu da terörist, katil ve cani olarak tanıtıp, insanlar arasına kin tohumu ekebilirsiniz. Üstün ahlaki değerlere sahip ve bu uğurda her türlü varlığını feda etmeye hazır bir toplumu alıp, aşağılık insanların olduğu, ahlaksız ve insani değerlerini yitirmiş, hayvanımsı özellikler taşıyan bir toplum haline getirebilirsiniz. Bununla beraber çok üstün ahlaki değerlere sahip bir toplumda oluşturabilirsiniz. Bu kadar önem taşıyan televizyon faktörü İslam düşmanları ve misyonerler tarafından çok güzel değerlendirilmektedir.
Türkiye’de özel televizyonların ilk çıktığı 1980’li yıllardan günümüze kadar geçen süreç şöyle bir incelendiğinde televizyonun toplumda meydana getirdiği ahlaki çöküntü, toplumsal bunalım ve değişim rahatlıkla görülebilir. Müslümanlar için din,ırz,namus gibi unsurlar yaşamın temelini oluşturur. Bu değerler uğrunda her türlü fedakarlıklar yapılır ve her şeyden geçilir. Bir insanın dini, ırzı namusu yemesi, içmesi ve nefes alması kadar önemlidir. Bir zamanlar birisi gelse kapımıza dayansa bu değerlerimize el uzatsa canımızı feda eder o eli kırardık. Ancak bu televizyon vasıtası ile elin kafiri, soysuzu, ırz düşmanı, sapığı, katili, açığı, saçığı velhasıl her türlü pisliği evimizin baş köşesine kadar gelip, kurulmakta ve anamızın, bacımızın, eşimizin ve çocuğumuzun ahlakını yok etmektedir.
Yapılan programların iyi amaçlar uğrunda yapıldığını düşünmek mümkün değildir. (Bu programlara bakıldığında hitap ettiği toplumun değerlerine tamamen zıt olduğu rahatlıkla görülebilmektedir.) Planlı,sistemli bir çalışmanın neticesinde batı hayranı ahmakların efendilerine itaati ile hazırlanmış programlar 20 yıl gibi kısa süre içerisinde gözle görülür bir şekilde toplumumuzun bütün değerlerini alt üst etmiştir. Bir zamanlar uğrunda ölünen değerler artık günümüzde normal işlerden sayılır hale gelmiştir. Bu faaliyetlerin sonucunda ne toplum, ne aile, ne ahlaklı kadın, erkek nede huzur kalmamıştır.Ortada bir yozlaşma,dinden uzaklaşma, zina, cinayet tecavüz ve müstehcenlik patlaması varsa bunun üzerindeki en büyük etken televizyondur.
Bu kadar etkili olan televizyon faktörü Müslümanlar tarafından da kullanılması gerekir. Televizyon faydalı proğramlar yapılarak çok güzel bir tebliğ aracı olabilir. Çünkü bu tip proğramların yayınlandığı dönemlerde toplumda önemli ölçüde etkilenme olmaktadır. Ayrıca her eve tek tek gidip anlatılacak bir meseleyi bir tek yerden yayın yaparak milyonlarca insana ulaştırabilirsiniz. İletişim alanındaki en önemli faktör olan televizyon sayesinde insanlar dünyada neler olup bittiğinin farkına varmaktadır. Örneğin; Amerika ve İsrail’in dünya üzerindeki planlarını, yaptığı katliamları ve işkenceleri gün yüzüne çıkaran televizyondur. Aksi halde dünya kamu oyunun bilgisi olmadığı için bir çok gizli plan uygulamaya konulur, katliam ve işkenceler yapılır ve kimsenin de haberi olmazdı. Televizyon iyi yönde de kötü yönde de kullanılmaya açık bir alettir. Önemli olan iyi yönde kullanılmasıdır. İslam’a hizmet amacıyla kurulmuş bir televizyon kanalının amacı para değil de gerçekten hizmet olursa, yaptıkları proğramları dini, ahlaki ve ilmi değerleri benimseyerek yaparlarsa; çok büyük bir hizmet yapmış olurlar.
Hitler tarafından kendilerine soykırım yapıldığını iddia eden Yahudiler ve Türklerin kendilerine zalim davrandığını, soykırım yapıldığını iddia eden Ermeniler televizyon yayınlarını kullanarak planlı ve abartılı proğramlar neticesinde dünya kamuoyunu kendi lehlerine çevirmişlerdir.
Afganistan ve Irak’ı işgal eden Amerika yaptığı bir çok katliamı ve işkenceyi televizyon yayınları nedeniyle dünya kamuoyundan gizleyememiş ve gelen tepkiler nedeniyle geri adım atmak zorunda kalmıştır.
Toplumun değişimini ve nasıl yozlaştığını, insani, dini ve kültürel değerlerini nasıl yok olduğunu görmek istiyorsanız etrafınızdaki kadınlarımızın, gençlerimizin, caddelerimizin haline bakmanız yeterli olacaktır.[1] Bu sektörde Amerika bütün dünyayı yönlendirecek bir piyasa oluşturmuş ve yüksek maliyetli filmler yaparak bütün dünyayı yönlendirmektedir. Bu filmlerdeki şiddet, seks ve yönlendirici sapıklıkları tüm dünyaya empoze etmektedir.
Kendi bünyesinde bulunan sinemalar, televizyonlar tüm dünyada adeta bayilerini açmış ve bu yolla her tarafa uzanarak insanlara ulaşacak haberleri bile tekeline alıp, küreselleşme adı altında dünya hakimiyetini istemektedir.
Günaha girmekten ve çoluğunu, çocuğunu haramlardan muhafaza etmek maksadıyla televizyonu eve sokmanın yanlış olduğunu düşünen Müslümanlar ne kadar çaba gösterdilerse de bu teknolojik gelişmenin hayatımızın bir çok alanına girmesine engel olamamışlardır. Hatta teknolojinin boyutu günümüz itibariyle öyle bir noktaya geldi ki; insanlar artık cep telefonundan her türlü görüntü ve bilgiye ulaşabilmektedir. Televizyon madem ki, hayatımızın içinde o halde onu İslam’a hizmette nasıl kullanabileceğimizin hesabını yapmak daha mantıklı olacaktır. Yani hayatımızın dışına atamayacağımız bu teknolojinin tıpkı İslam düşmanlarının kullandığı gibi kullanılıp, dinimizi tebliğ etmede ve insanları eğitmede bir araç olarak değerlendirilmelidir.
Bu konuda sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; niyetin halis olması halinde Allah’ın rızası için kurulan bir televizyon faaliyeti bu alanda yapılan bir cihad olacaktır.
B) GAZETE VE DERGİ FAALİYETLERİ
Bilgi ulaşımının sağlandığı alanlardan biride gazete ve dergilerdir. Bu yolla yıllarca yapılan ahlaksız ve porno resimlerle dolu yayınlar büyük ahlaki tahribata neden oldu. Bu tip gazete ve dergiler habercilikten ziyâde kasıtlı olarak ahlak bozmak niyetiyle kurulmuştur. Çırılçıplak kadınların teşhir edilmesindeki en önemli amaç toplumun ahlâki değerlerini yok etmektir. Müstehcenliği yani kadının her şeyini ortaya dökerek yıllarca sistematik olarak işleyen bu İslam düşmanları amaçlarına ulaşmışlardır. Çünkü toplumun geldiği ahlâki bozulmanın boyutu gerçekten de onların istediği seviyeye ulaşmıştır. Bazı güçlerin maaşlı uşakları gazete ve dergilerdeki yazdıkları yazılar ile ülkelerin gündemini oluşturup, yapılmak istenen tahribatın alt yapısını hazırlamışlardır.
Gazete ve dergileri dünya çapında yönlendiren Yahudi ve Hıristiyan menşeli küresel güçler ellerinde bulunan büyük maddi olanakları bu alanda da sonuna kadar kullanarak hem politik hem de dini alanda gündem oluşturmaktadırlar. Ne zaman bir yolsuzluk tezgahlansa hemen irtica gündeme getirilerek, bu gürültüde asıl yapılanlar gizlenmiştir. Dıştan yönlendirmeli gazete ve dergi yazarları küresel güçlerin menfaatine uygun insanların siyasi alanda iktidar olabilmeleri için her türlü propagandayı yapmışlar ve halka hoş göstermeye çalışmışlar, istemedikleri hareketleri ise hep alaşağı etmişlerdir. İşlerine gelen kanunların çıkarılması için her türlü çabayı gösterirken, işlerine gelmeyen kanunlar çıkarılmak istenilince irtica yaygarası ile bunun önünü kesmişlerdir.
Bütün bunlar görsel ve yazılı medyanın ne kadar güçlü bir etken olduğunu gözler önüne sermektedir.
C) EĞİTİM ALANINDAKİ DAYATMACI ROĞRAMLAR
Eğitim insan için hava su ve ekmek kadar gerekli olan bir faktördür. İnsan eğitim almadan ne yapacağını, ne için dünyaya geldiğini, nasıl yaşayacağını vs. hiçbir şeyi bilemez. Eğitimle meleklerden üstün olabildiği gibi cahillikle de hayvanlardan daha da aşağı olabilir.
Eğitim her İnsanın en doğal hakkıdır. İnsanlar nasıl yaşayıp, neye ve nasıl inanacaklarının eğitimini almada hür iradelerine göre hareket etmelidirler. Tarih boyunca insanlar çeşitli etkenler nedeniyle dayatmacı ve yönlendirmeli eğitimlerin etkisiyle Allah’ı unutmuşlar, neye nasıl inanacaklarını şaşırmışlardır. Ta ki; Allah korkusuzca gerçeği dile getiren peygamberler gönderene kadar
İnsan doğduğu zaman tertemiz yani fıtrat üzere doğar ancak ona sonradan verilen eğitim hayat tarzını ve fikri yapısını şekillendirir.
Eğitim eksikliği İslam aleminin güç kaybetmesine, bölünmesine parçalanmasına ve dinden uzak bir kimliğe bürünmesine neden olmuştur.
Müslüman toplumlarda iktidarı ele geçiren güçlerin işgali toprak değil; yetki sistem ve eğitim işgalidir. Çünkü eskisi gibi toprak kazanarak fetih değil sömürge yaparak kendine bağlama dönemindeyiz. İlhak etmeye ne gerek var ekonomi, eğitim ve yargı sistemini kendine bağlamak demek zaten gizli bir sömürgelik demektir. Yönetimi ele geçirenler uyguladıkları batı menşeli eğitim programları ile istedikleri nesilleri yetiştirmişlerdir. Aslında bu dayatmacı eğitimlerin amacı insanların eğitilmesi değildir. Şayet amaç gerçekten eğitim olsaydı; bu gün Müslümanlar muasır medeniyetlerin gerisine düşmezdi. Geri kalmış ve oyalayıcı eğitim sistemleriyle yıllar süren öğretim sürecinden sonra mezun olan öğrenciler mesleki yeterlilik bakımından çok zayıf bir noktada bulunmaktadır. Özellikle ilim ve araştırma merkezi olması gereken üniversiteler asli vazifelerini yapmak yerine politikayla uğraşan kurumlar haline gelmiştir. Eğitim alanındaki yetersizlik ve siyasetin ayak oyunları neticesinde Profesör, doçent gibi unvanlar ilmi çalışmalarla değil, siyasi yakınlıklarla alınmaktadır.
Ayrıca bir insanın hayatını düzene koyan eğitimlerin başında gelen dini eğitimin kasıtlı olarak verilmemesi nedeniyle insani erdemlerin yerleşmesinde gerekli olan değerlerden uzak kalan yeni nesil başı boş bir şekilde yetişmektedir. Hıristiyan ve Yahudiler okullarında dinlerinin şeriatını çocuklarına okutarak onları kendilerince düzgün yetiştirmeye çalışırken, Müslüman olduğu bilinen bir çok ülkede kendi mensup oldukları dinin şeriatını çocuklara öğretmek tehlike olarak görülmektedir. Bu eğitim boşluğunun doldurulmaması ile ne için yaşadığını bilmeyen, amaçsız, bilgisiz ve sadece kendi nefsinin mutluluğu için her türlü davranışı, diğer insanların canı, ırzı ve malına da mal olsa caiz gören insanlar türemiştir.[2] Bu şekilde dininden habersiz yetişen ve Müslüman olduğunu söyleyen insanlar cahillikleri nedeniyle “kahrolsun şeriat” diyerek ne olduğunu dahi bilmedikleri kendi dinlerinin şeriatını protesto etmişlerdir.
Tarihte inançsız bir toplum hiç var olmamıştır. İnsanların hayatını düzene koyan bir inanç şekli mutlaka olmuştur. Günümüzde ise Müslüman toplumlar dış etkenlerinde etkisiyle adeta inançsız bir şekilde yetiştirilmektedir. Bunun neticesinde ne Hıristiyan, ne Yahudi, ne Hindu, ve ne de Müslüman olduğu belli olmayan, başı boş yaşamayı din haline getiren, sadece kendisini düşünen toplumlar ortaya çıkmıştır. Böyle cahil kalan toplumlarda birazcık bir şeyler öğrenip, inancını yaşamaya çalışanlarında babalarından miras kalan Müslümanlığı sembolik bir olgudan öteye geçmemektedir.
İnsanlara dini eğitimini vermeyen sistemler insanların kendi çabalarıyla çocuklarını yetiştirmesinin de önüne bir çok engeller koymuşlardır. Burada yapılmak istenenler hakkında nasıl bir plan olduğu, ucunun nerelere dayandığı düşünülünce aslında hedefin Müslümanları İslam’dan koparmak olduğu görülmektedir.
Sistemlerin rahatsızlığına sebep olacak bütün faktörlerden soyutlandırılarak yetiştirilen, eğitimde özgür olmayan toplumlar yanlışlara dalarak eğriyi doğruyu birbirinden ayırt edecek melekelerini kaybetmişlerdir.
Bu gayretlerle gelinen nokta şu ki; Müslümanlar gayri Müslimlerin icat ettiklerini çalıştırmaktan aciz durumlara düşmüş onların yaptıklarına şaşırmakla kalmaktadır.
Hal bu ki Müslümanların çağın en ileri teknolojisini,ilmini öğrenmesi kendisini savunacak füzeler yapması, düşmanın silahı ile silahlanması ve yeniden kendisine layık olan gücü yine kendi geleceği için elde etmesi gerekir. Her Müslüman’ın virdi (zikri) ilimle meşgul olmak,şer’i ve beşeri ilimlerde kendini Allah rızası için yetiştirmek olmalı, ve bu çalışmalarının da Allah yolunda olduğu zaman aslında onu zikretmek olduğunu bilmesi gerekir. İlmi çalışmalar ne sadece şer’i ne de sadece beşeri alanda değil her iki mevkide de üst seviyelere çıkarılmalıdır.
 
D) SİYASİ PARTİLER
Şu anki yapısıyla politika ve politikacıların kurmuş oldukları partiler kanalıyla halkın desteğini kazanmak için yaptıkları faaliyetlere siyaset denilmektedir. Ancak siyaset sadece politikacılık ve parti faaliyetleri değildir. Her insanın, her toplumun bir düşüncesi, fikri olup, bunlar uğrundaki hareketleri ve anlayış tarzları da bir siyasettir.
Siyasi partiler bir yönetim şekli olan demokrasilerde halkın teveccühünü kazanmak ve bu destekle iktidarı elde etmek için meydana gelmiş kuruluşlardır. Bu partiler yapı olarak halkın teveccühünün ortaya çıkardığı görüş ve hayat tarzını ilke edinip, bu temel üzerinde politikalar üretirler. Savundukları fikirlerin büyüklüğü ölçüsünde halkın desteğini kazanırlar.
Bütün toplumlar için büyük önem taşıyan ana konular din, ırk, vatan, adalet, özgürlük ve ekonomik refahtır. Meydana getirilen bir parti bu faktörlerden bazılarını parti politikası olarak belirlemezse pek fazla bir destek bulamaz. İnsanların en hassas olduğu bu noktalar istismara hep açık olmuştur. Partilerden bazıları Laikliği, bazıları dini, bazıları milliyetçiliği, bazıları da özgürlük ve ekonomiyi kullanmaktadır. Her ne kadar isimleri farklıda olsa, yönetim şekli, kendi içlerindeki demokrasi, entrika ve yağcılık şekilleriyle aralarında aslında bir fark bulunmamaktadır.
Politika, bir insan kandırma ve entrikalar sanatıdır. En iyi hitap eden, en iyi ikna eden, en iyi vaatte bulunan kim ise, o daha çok destek kazanır. Bu nedenle parti kur’an insanların partide önemli noktalara gelip, yetki sahibi olmaları için zaman içinde belli hizmet, söylem ve entrikalarda bulunmaları gerekir. Partilerin liderliğine gelmiş insanların kendilerinden beklenilmeyecek davranışlarda bulunarak kendisini seçmenlerine kabul ettirdiği parti politikasının tam tersi işler yapmaları ve söylemleriyle çelişmeleri şer güçlerin baskısı ile boyun eğme ve itaatlerinin bir tezahürüdür.
Siyasi partiler zamanla insanlar için bir araç olmaktan çıkarak bu gün olduğu gibi amaç haline gelmiş ve bu alanda da yüceltme hastalığının tezahürleri ortaya çıkmıştır. Öyle ki, bazı insanlar partisinin davasını kutsal saymış ve ateşli savunucusu olmuştur. Kendi düşüncelerini benimsemeyen insanları önyargı ile akletmeyen cahiller olarak görmüşlerdir. Zamanla fanatikler çoğalmış ve birbirlerini tenkit etmenin, eleştirmeninde ötesine giderek birbirlerini öldürmüşlerdir. Türkiye’de 1970’li yıllarda bir çok insan parti görüşleri nedeniyle birbirini öldürmüştür. Arap ülkelerinde de aynı sebeplerle binlerce Müslüman birbirini öldürmüştür. Bu insanların büyük bir çoğunluğunun nüfus cüzdanının dini hanesinde İslam yazmaktadır. Halbuki; İslam insanları birleştiren aralarında sevgi ve kardeşlik bağları kur’an bir dindir. Buna rağmen Müslümanlar tefrikaya düşüyorsa bunda birtakım hastalıklı faktörlerin etkisi bulunmaktadır. Tabi ki bu sonuç şer güçlerinin tam istediği bir bölünmeyi de beraberinde getirmektedir.
Müslümanların bölünmesine neden olan onlarca sebep yetmezmiş gibi birde din gibi kabul ve itibar görmüş partiler çıkmış ve bölünmeye neden olmuştur. [3]
Partilerin insanların hayatındaki yeri incelendiğinde İslam’ın dahi önüne geçtiği görülmektedir. Sözde asıl davasının İslam olduğunu söyleyen Müslümanlar partileri kullanarak dünyalık menfaatler peşinde koştuklarından asıl davaya sıra gelmemektedir. Bu hususun şirk boyutunun ne dereceye vardığı, Müslümanların hayatındaki Şari’nin kim olduğuna bakıldığında gayet net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Müslümanlar bu ölçüye göre hayatlarındaki tek Şâri’nin Allah olduğunu, daha İslam’ı ilk kabul ettikleri anda kabul etmeleri gereken bir şart olduğunu bilmeleri gerekirdi.
Ayrıca parti kurmak, parti içinde mücadele etmek, hizmet etmek İslam’ın tevhid anlayışına uymadığı gibi; imanın temellerini sarsan ve Resulullah’ın sünnetine kesinlikle uymayan davranışlardır.
E) DİNİ KURUMLAR
İslam’ın ilk yayılmasından günümüze kadar Müslümanlar en büyük sıkıntıyı kendileri gibi görünenlerden ve cahillikten çekmiştir.
Dinle alakası olmayan devletler dinin devlet üzerinde bir müdahalesini tanımamakta ama kendileri de dinden elini çekmemekte çeşitli dini kurumlar ve okullar açmaktadırlar. Çünkü Müslümanların başıboş bırakılması onların kontrol dışı faaliyetlere girişmelerine neden olabilecektir.
Faaliyetlerini sürdüren bu kurumlar yaptıkları tampon vazifesiyle görevlerini istenilen doğrultuda ifa etmiş, etliye sütlüye karışmayan, kafasını kuma gömmüş bir toplum zihniyetini yerleştirmede azâmi gayret sarf etmişlerdir. Bu kurumlar üzerinde özel bir gayret göstererek korkuyla hazırladıkları çeşitli faaliyetlerle halkı idare ederek hali hazır düzenin hakimiyeti uğrunda üzerine düşen görevi gayet güzel yerine getirmişlerdir. Şayet kuruluş amaçları dışında bir faaliyet içerisine girerlerse de gerekli baskı yapılarak kontrol altına alınabilirler. Bu kurumların amacı tehlikeli nitelikte insanların yönlendirdiği kontrol edilemeyen bir toplum oluşmasını engellemektir. Yani gâye dini öğretmek değil mevcut düzenin devamına zarar getirmeyecek insanların yetişmesini sağlamaktır. Osmanlı İmparatorluğunun özellikle yıkılış dönemlerinde şeyhülislam makamının nasıl kullanıldığını hatta masonların eline geçtiğini ve halkı nasıl yönlendirdiğini tarih kitapları kaydetmektedir.
İslam’i konuların olur, olmaz ortamlarda üzerlerine vazife olmayan ve hiçbir bilgisi olmayan insanların dahi söz sahibi olduğu yerlerde tartışma sebebi olan konular hakkında gerekli açıklamayı yapmayan ama buna karşılık, hiç alakasının olmadığı konularla ilgilenen bu kurumların gayesinin ne olduğu akıl sahipleri için gün gibi ortadadır.
Allah’ın ayetlerinden rahatsızlık vereceği düşünülen bölümlerinin hiç zikredilmemesi yada tevil edilerek yumuşatılması bu olguların şu ayetlere muhatap olduklarını gösteriyor:
وَاِذْ اَخَذَ اللّهُ ميثَاقَ الَّذينَ اُوتُوا الْكِتَابَ لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وَلَاتَكْتُمُونَهُ فَنَبَذُوهُ وَرَاءَ ظُهُورِهِمْ وَاشْتَرَوْا بِه ثَمَنًا قَليلًا فَبِئْسَ مَا يَشْتَرُونَ
Allah, kendilerine kitap verilenlerden, “Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz” diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kadar kötü! [4]
فَبَدَّلَ الَّذينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ قَوْلًا غَيْرَ الَّذى قيلَ لَهُمْ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِجْزًا مِنَ السَّمَاءِ بِمَا كَانُوا يَظْلِمُونَ
Fakat onlardan zalim olanlar, sözü, kendilerine söylenenden başkasıyla değiştirdiler. Biz de zulmetmelerinden ötürü üzerlerine gökten bir azap gönderdik. [5]
F) MİSYONERLİK FAALİYETLERİ
İngiliz devletinin Osmanlı imparatorluğu ve Müslümanları bölmek, parçalamak ve Hıristiyanlığı yaymak için görevlendirdiği misyonerlerden biri olan İngiliz Hempher itiraflarında şöyle diyor;
Devletimiz için iki şey mühimdir.
1- Elimize geçmiş yerleri elimizde tutmaya çalışmak.
2- Elimize geçmemiş yerleri ele geçirmeye çalışmak [6]
İngiliz sömürge nazırlığı bu iki vazifeyi ifa etmek üzere bir çok ajan ve misyoner görevlendirerek Müslümanlar içerisine göndermiştir. Görevlendirilen bu ajanların şu doğrultuda çalışmaları istenmiştir;
“Derinlere kök salmış büyük bir ağacı kurutup söküp atmak zordur. Fakat biz zorlukları kolaylaştırıp, yenmeliyiz. Hıristiyanlık yayılmak için gelmiştir. Bunu Mesih efendimiz bize vaat etmiştir. Muhammed’e doğu ve batı aleminin içinde bulunduğu kötü şartlar yardımcı olmuştur. O kötü şartlar gidince beraberindeki belaları da (yani İslam’ı) götürdü. Bu gün memnuniyet ile durumun tamamen değiştiğini müşahede ediyoruz. Nezaretimizin ve biz Hıristiyan hükümetlerin büyük gayret ve çalışmaları neticesinde Müslümanlar gerilemeye başladı”
İngiliz sömürge nazırı sekreterinin casus Hempher’e verdiği kitapta belirttiği Müslümanların zayıf noktaları şöyle anlatılıyor;
1-Sünni, Şii ihtilafı,Padişah ve halk ihtilafı,Türk İran ihtilafı,aşiretler ihtilafı,alimler ile devlet arasındaki ihtilaf.
2- Çok az bir istisna ile Müslümanlar cahildir.
3- Maneviyatsızlık, bilgisizlik ve şuursuzluğun artması.
4- Dünyayı tamamen bırakıp, sadece ahiret ile meşgul olmaları.
5- Hükümdarların diktatör ve zalim olmaları.
6- İdarenin asilere, bağilere karşı aciz oluşu, ölçüsüzlük ve o kadar övündükleri Kur’an’ın kanunlarını yok denecek kadar az tatbik etmeleri.
Aynı kitapta zayıf noktaları yaymak için şunlar anlatılıyor;
1-Cemaatler arasına adavet sokup,su-i zan’ı aşılayarak ihtilafı teşvik eden kitaplar neşretmek suretiyle ihtilafı yerleştirmek.
2-Mekteplerin açılmasını, kitapların neşredilmesini men etmek, yakılması ve yok edilmesi mümkün olan din kitaplarını yok etmek. Din adamları hakkında muhtelif iftiralar uydurmakla Müslümanları, çocuklarını dini mekteplere vermekten vazgeçirmek.
3-Onların yanında cenneti övüp, dünya hayatını temin etmekle mükellef olmadıklarını söylemek, tasavvuf halkalarını genişletmek (züht)’ü tavsiye eden Gazalinin, Mevlana’nın, Muhyiddin-i Arabi’nin kitaplarını teşvik etmekle şuursuz kalmalarını temin etmek.
4-İslam ibadet dinidir onun devlet işleriyle hiçbir alakası yoktur inancını onların içine sokmak. (Yani laikliği yerleştirmek)
5- Faizin her şeklini yaymak lazımdır. Zira faiz milli ekonomiyi harap ettiği gibi Müslümanları Kur’an’ın ahkamına karşı gelmeye alıştırır.[7]
6-Müslümanlar arasında ırkçılık, milliyetçilik taassubunu körükleyerek onların dikkatlerini İslamiyet ten önceki kahramanlıklarına çekerek milliyetçilik ve kavmiyetçilik fikirlerini kuvvetlendirmemiz lazımdır.
Ayrıca birbirine komşu bütün Müslüman kabile ve milletlerin arasına fitne ve düşmanlık sokmak lazımdır.Kaybolmuş bütün bozuk mezhepleri ihya edip,canlı tutmak ve birbirlerine düşürmek lazımdır. İslam’ın bünyesinde tahrip edilmiş din ve mezhepler ihdas etmek lazımdır. Sünni’lerinde mevcut dört mezheplerini birbirinden ayrı dört bağımsız din haline getirmeliyiz.[8]
7-İçki, kumar, zina, domuz eti gibi şeyleri yayacaksınız. (spor kulüplerinin birbirleri ile kavgaları gibi şeyleri yayacaksınız.) Bunun için siyasi fırkaların ve spor kulüplerinin çoğalmasını sağlayacaksınız. Partileri ve kulüpleri birbirlerine düşman yapacaksınız. Birbirleri ile uğraşıp, din kitabı okumaya, dinlerini öğrenmeye vakit bulamayacaklar. (Gerçekten de Türkiye de spor kulüpleri ve partiler Müslümanların birbirlerine husumet duydukları bir faktör ve bölünme nedenlerinden biridir.)
8-Müslümanların akidelerine bidatler sokup İslam’ı gericilik ve terör dini olmakla itham edeceğiz.[9]
9-Kadını tahrik edip, örtüsünü açmasına sebep olacak ve onları açtıktan sonra gençleri onlara karşı tahrik edip,her ikisinin arasında fesat hasıl olması için çalışacaksınız. Müslümanlığı yok etmek için bu iş çok tesirlidir. Evvela bu işi gayri Müslim kadınlara yaptıracaksınız sonra Müslüman kadın kendiliğinden bozulup bunların yaptığını yapacaktır.
Bu gayretler neticesinde kadınlar öyle bir hale geldi ki; Hıristiyan ve Yahudi kadınlarını bile geride bıraktılar. Şayet kafirlerin kadınları ile sözüm ona Müslüman kadınları yan yana koyulduğunda, görüntü, edep, adap ve yaşayış biçimi itibariyle aralarında çok az bir fark olduğu görülecektir. Ayrıca kadınları bu kadar serbest bırakan, onları kıskanmayan erkeklerinde ruh halinin Müslüman da olması gereken bir ruh hali olduğunu söylemek mümkün değildir.
10-İslam memleketlerinde fasit liderler, zalim kumandanlar yetiştirmeye, bunları hükümetin başına geçirerek İslamiyet’e uymayı yasaklayan kanunlar çıkarmaya azami ehemmiyet vermek lazımdır. [10] Onların vasıtası ile Müslümanlara ve İslam memleketlerine isteklerimizi kanun zoru ile cebrederek yaptırmalıyız. İslamiyet’e uymayı suç İbadet yapmayı gericilik haline getirmeliyiz. [11]
11-Mümkün mertebe Arapça’nın öğretilmesine mani olacaksınız. Kur’an ve sünnet’in lisanı olan fasih Arapça’yı yok etmek için mahalli lehçeleri neşredeceksiniz. Mektep, kitap, mecmua (Yani spor kulüpleri, sinema filmleri, gazeteler, dergiler, televizyon) ve bu iş için yetiştirilmiş elemanlarımızın vasıtası ile onların ahlaklarını sıfıra indirmeliyiz.
12-Hadislerde yapıldığı gibi ilave ve noksanlıklarla tahrif edilmiş bir Kur’an neşretmeye çalışmalıyız.
Amerikan gizli servisi CIA ’nın Türkiye’deki İslam yapısı ile ilgili 88 sayfalık raporunda şöyle geçiyor;
“Önce “Ilımlı İslamcılar” desteklenecek: Çalışmaları ve görüşlerinin yayınlanması ve dağıtılmasına maddi katkı yapılacak, daha geniş kitlelere ve özellikle gençlere ulaşmaları teşvik edilecek, sivil toplum kuruluşları kurmalarına, eğitim için yer bulmalarına ve politik süreç içinde gelişmelerine destek olunacak, görüşlerini yaymak için web sitesi, okul, enstitüler kurmalarının önü açılacak ve Ilımlı İslam’ın kitlelerin alternatifi olması sağlanacak. Kökten dincilere karşı tutucular desteklenecek: Bu amaçla, her iki grubun ittifak kurmalarının önüne geçilecek, tutucularla Ilımlı İslamcıların ittifak kurmaları sağlanacak ve tutucu eğitim kurumlarında ılımlı İslamcıların görüşlerinin yayılmasına çalışılacak, tutucu İslamcılar arasında özellikle Sufizm’in taban bulması için uğraşılacak. Laikler duruma göre desteklenecek, laiklerin kökten dinci tehlike karşısında ABD ile aynı görüşte olmaları için uğraşılacak ve bu durum, laiklerin milliyetçilik ve sol akımlara yanaşması önlenerek gerçekleştirilecek.
Kökten dincilerle etkili mücadele edilecek: bu konuda da kökten dincilerin terör eylemleri sürekli gündemde tutulacak, gazetecilerin kökten dinci akımlar içindeki yolsuzlukları, baskıları, moralsizliği sürekli gündemde tutmaları sağlanacak, aralarındaki bölünmeler hızlandırılacak.” [12]
Almanya’da yayımlanan Welt Am Sonntag gazetesinin “milyonlar Muhammed’e karşı” manşeti ile yayınladığı rapora göre Vatikan’ın Katolik kilisesine bağlı, dünyanın dört bir yanında şubeleri bulunmaktadır.
Dünyanın değişik ülkelerinin, 85 bin papaz ve 450 bin misyonerin desteğini gören cemaatin dünyanın farklı bölgelerinde yürütülen 280 ayrı proje kapsamında 65 bin papazı görevlendirdiği 30 dolar maaş ile 1 milyon insanın çalıştığı ve bu insanların yaz-kış, uzak-yakın, güvenli-tehlikeli ayrımı yapmadan bütün bölgelere giderek maddi sıkıntı içerisindeki insanlara Hıristiyanlığı aşılamaya çalıştıkları belirtiliyor.
Bu cemaate bağlı 42 bin okul,1600 hastane, 6000 ilk yardım kliniği,780 AIDS yardım ve tedavi merkezi ile 12000 ofis bulunduğu ve sadece bu cemaatin yıllık bütçesinin 500 milyon dolar olduğu belirtiliyor.Bu maddi imkan ihtiyaç sahipleri ile fakirlere hizmet adı altında ve okul ,hastane açılması,milyonlarca kitap,broşür ve İncil dağıtımı için kullanılmaktadır.[13] Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışında bu misyoner okullarının yetiştirdiği, Hıristiyanlaştırılmış bir zihniyete sahip şahsiyetlerin büyük etkisi bulunmaktadır.
Rahip Samuel Zwemer’in misyonerler için yaptığı şu uyarı çok anlamlıdır: “Müslümanları vaftiz etmek için boş yere çabalayıp durmayalım. Başka yollar, başka çareler deneyelim. İslam memleketlerinde girişeceğimiz faaliyetlerde onlara Hıristiyan adetlerini, Hıristiyan bayramlarını, kültürünü ve ahlakını aşılayalım” [14]
Yine rahip Zwemer’in şu sörleri ibret vericidir:
“İslam memleketlerindeki misyoner teşkilatı faaliyetlerinin iki cephesi vardır; yapıcı, yıkıcı veya başka bir tabirle eritici ve yeniden şekil verici. Mesela; Türkiye’deki muazzam değişiklerin müsebbibi batı medeniyetinden ziyade misyonerlerde aranmalıdır. Mısırda ve bütün İslam aleminde de durum aynen böyledir. Bu memleketlerde Hıristiyanlaşan Müslümanların sayısını öğrenmek için vaftiz istatistiklerine bakılmalıdır. zira biz şuna eminiz ki, günümüzde yüzlerce Müslüman kalplerinden İslam inancını çıkarmışlar ve Hıristiyan dinine gizlice inanmaya başlamışlardır. Onların Müslümanlığı sözdedir.” [15]
Bütün bu faaliyetler karşısında insan “Müslümanlar neden böyle teşkilatlar oluşturmuyor, ekonomik gücünü İslam’ı tebliğ uğrunda kullanmıyor” diye düşünmekten kendini alamıyor. Sözde bu dünya bizim için sadece ahiretin tarlası deyip önemsemeyiz, güya dünya malına önem vermeyecek kadar dini bütün insanlarız. Hatta dindarlığı da kimseye bırakmayız. Ama gayri Müslimlerdeki azim,inancı uğrunda maddi ve manevi fedakarlık tebliğ aşkı maalesef İslam toplumlarında yok denecek kadar azalmıştır. Müslümanlar birbirlerinin hatalarını gördükleri halde uyarmamaktadır. Bu durum helak olan geçmiş ümmetlerin hasletidir.
Hayret verici hususlardan bir tanesi de, misyonerlerin faaliyetlerinin gün yüzüne çıkmasıyla birlikte bir bakıyorsunuz ki; televizyonlar, gazeteler ve çeşitli kurumların yetkilileri çıkıp, bu durumun endişe verici olduğunu dile getirerek engel olmaya yönelik gayret içerisine girmektedirler. Ancak Müslümanların İslam’i tebliğ çalışmaları da rahatsızlık verdiğinden engellenmektedir. Ortam o hale gelmiştir ki; milletin kendi dinini öğrenmesi için yapılan çalışmalar irticâi faaliyetler olarak görülmekte ve engellenmektedir. Adeta misyonerlerin istediği ortam hazırlanmaktadır. O halde misyonerlerin çalışmalarından ve İslam’i tebliğ çalışmalarından rahatsız olan olan zihniyet mensuplarının amacı nedir? Yoksa dinsiz bir toplum yetiştirmek mi?
Müslümanlar yaşadıkları toplumlarda mazlum durumda ve dışlanmaktadır. Potansiyel bir tehlike ve gerici olarak görülmekte, inancının gereğini yerine getirmekten başka bir düşüncesi olmayan insanlar suçlu kabul edilmektedir. İslam’ı bu derece düşman edinmiş devlet ve örgütlerin Müslümanlara karşı aldıkları tavır onların ekonomik olarak gelir kapılarını kapatmak ve toplumdan dışlamaktır.
İşte burada adına İslam’i sermaye denilen ekonomik güç sahibi Müslümanlar en büyük caydırma sebebi olan rızk endişesini Müslümanların kafalarından atmaları için onların kapıya koyduğuna iş vermeli, Tesettürlü bacılarımıza kapılarını açmalı, haksız yere hapse giren kardeşlerinin ailelerine maddi yardımda bulunmalı ve İnancı nedeniyle mağdur olanların yardımına koşmalıdır. Bu da Allah(c.c.) yolunda büyük bir hizmet ve cihad olacaktır.
Ancak maalesef bu ekonomik güce ulaşan Müslümanlar inançlarının gereğini yerine getirmeyi bırakın insanların temiz duygularını istismar ederek paralarını alıp, onları zor durumlara sokmuşlardır.
G) YAHUDİLERİN PLANLARI
Yahudilerin Peygamberimizin risalet görevini ilk ilan ettiği günden günümüze kadar Müslümanlara olan kini ve düşmanlığı süre gelmiştir. Yüz yıllardır Müslümanları yok etmek ve İslam’a zarar vermek için yapmadıkları hile ve desise kalmamıştır. Müslümanlara zulümde her türlü akıl almaz planları gerçekleştirmişlerdir. Bu planlar arasında en zarar vereni mü’minler arasına giren münafık Yahudilerdir. Çünkü onların uydurduğu sahte hadisler dine büyük zararlar vermiştir. Öyle ki bu münafık Yahudilerden şeyh’ül İslam bile olmuştur.
Yahudilerin gizli servislerinin cirit atmadığı İslam ülkesi neredeyse yok gibidir. Yahudilerin dünya hakimiyeti ve menfaatlerine engel olan ne kadar İslam ülkesi varsa mutlaka bilinmelidir ki, orada mutlaka kargaşa var demektir. Direkt yada endirekt olarak mutlaka planlarını uygulamaktadırlar. Dünyanın süper gücü olarak kabul edilen Amerika bile Yahudilerin hakimiyeti altında bulunmaktadır. Amerikanın en zengin şirketleri, silah tüccarları Yahudilerin elinde bulunmakta ve hatta Amerikan parasını Yahudi bir aile şirketi basmaktadır.
İsrail gizli servisinin planlı komploları ile bu gücü istedikleri gibi yönlendiren Yahudiler büyük İsrail devletini kurmak istemektedirler. Son dönemde gerçekleşen 11 Eylül ikiz kule ve pentagon saldırılarının bir Yahudi planı olduğunu bilmeyen kalmamıştır. Ancak bu yalan anlaşılıncaya kadar Ortadoğu da olan olmuştur.
Yahudiler Allah tarafından sözde kendilerine vaat edilen toprakları ele geçirerek büyük İsrail devletini kurmak ve Süleyman tapınağını yeniden inşa etmek için bir çok teşkilatlar kurmuşlardır. Bu teşkilatların siyasi, ekonomik ve basın yayın alanında bir çok faaliyetleri bulunmaktadır. Bu teşkilatlardan bir tanesi de Mason teşkilatıdır. Bu Mason teşkilatlarının ne planlar yaptıklarını gözler önüne sermek bakımından son dönemde gerçekleşen ve basına sızan bir olayda şöyle geçiyor:
“T.C. Meclis tutanaklarında bir milletvekili Dünya Mason teşkilatlarının, Fransa Yüce Konseyi vasıtasıyla Türkiye Büyük Mason Locası üstadı Necip Arıduru’ya gönderdiği mektubu okumuştur. Bu mektubun gönderiliş sebepleri bir tarafa bu mektuptan mason localarının ne kadar etkili olduğunu anlıyoruz. Bakınız mektupta ne deniyor: “ Üstadı bulunduğunuz Türkiye Büyük Mason Locasında meydana gelen skandallar endişe verici ve talihsiz olaylardır. Büyük locanızda irşat edilmiş bazı masonlar, masonluğun vakarına ve yeminlerine ihanet etmişlerdir. Bu kişiler en gizli toplantılara kadar bütün faaliyetlerinizi mikro kameralar aracılığı ile kaydetmiş bulunmaktadırlar. Bu affedilmez dikkatsizlik, çok ciddi neticeler doğurmuştur. Mason olmayan milyonlarca kişi, eski ve kabul edilmiş İskoç ritinin törenlerine ve sırlarına şahit olmuş durumdadır. Ayrıca tapınaklarınızda başıboş dolaşan bu örnek masonlar 33. derecedeki bütün kutsal ayin ve törenleri kaydetmişlerdir. Bu filmlerin gerici ve İslamcı bir televizyon kanalı aracılığıyla yayımlanması sonucunda milyonlarca Türk seyircisi aşağı derecedeki biraderlerimiz tarafından bile bilinmemesi gereken kutsal ayini ne yazık ki izlemiştir. İsrail Yüce Konseyi bu skandalla ilgili tahkikata başlamıştır. Nizamnamemiz mucibince konu hakkında tahkikat yapmaya yetkili tek otorite olan İsrail Yüce Konseyi olayın müsebbiplerini açıklama, gerekli önlemleri alma ve 27 Mart 1997’ye kadar geniş bir tutanak fezlekesi hazırlama görevini bize tevdi etmiştir. Hükümet localarımıza baskı uygulayarak adli tahkikat açarak ve polisi, arşivlerinizi aramakla görevlendirerek düşmanca tavrını belli etmiştir. Bu baskıyı derhal kaldırmak kaçınılmaz görünmektedir. Fransa Yüce konseyi ılımlı bir hükümetin teşkil edilmesinin elzem olduğuna hükmetmektedir. Buna binaen Fransa yüce konseyi kardeşçe şunları tavsiye eder:
1-Türk basınındaki ve ilgili kuruluşlardaki biraderleri örgütleyiniz ve mevcut hükümeti iktidarı bırakmaya mecbur etmek için gerekli diğer bütün tedbirleri alınız.
2-Mevcut hükümetin itibarının tamamen yok olması ve seçmenlerinin ümidini kaybetmesiyle neticelenecek siyesi bir konjonktür oluşturunuz.
3-Her çeşit belgeyi, tutanağı, sirküleri ve riskli mektupları büyük sekreterlikten uzak tutunuz.
4-Locaların toplantılarını belli bir zamana kadar alışılmış merkezlerde yapmaktan kaçınınız.
5-Size ikinci bir talimat ulaştırılıncaya kadar müracaat edenler konusunda son derece dikkatli incelemeler yapınız; aynı yanlışlıklara düşmeyiniz.
6-Mason olmayanların ve mason cemiyetinden çıkarılmış eski masonların tapınaklara girişine kesin bir şekilde mani olunuz.
7-Masonluğa ihanet etme suçunu işlemiş masonlara karşı tahkikatlara devam ediniz. Dönekleri İskoç ritinin prensiplerine, adetlerine ve geleneklerine uygun bir şekilde cezalandırınız.
8-Masonluk aleyhindeki radyo, gazete, televizyon, kitap, dergi gibi yayınları izleyip, bunlara mani olunuz. İslamcı basını ekonomik, siyasi ve adli baskı yoluyla görevini yapamaz hale getiriniz.
9-Bağımsız büyük komitenizi, bu skandala yol açan tedbirsizlikle ilgili ayrıntılı bir tutanak fezlekesi hazırlamakla görevlendiriniz ve neticeleri Fransa Yüce Konseyine bildiriniz.” [16]
.
.
Mus’ab KÖYLÜOĞLU
.

[1] (Kadınlar ahlaktan,iffetten uzak, namus değerlerini unutmuş ve tamamen cinsel tahrik unsuru olmuşlardır.Kadınların iffetini kaybetmesi onlardan yetişecek temiz neslinde yok olmasına neden olacaktır.)
[2] Bu tip insanlar terör estirip insanların her türlü hakkını gasbetmektedirler. Bu insanların korkacakları ve hesap verecekleri bir Allah inancı ve bir gün hesap verme korkusu olmadığı için insanları öldürmekte, onların vücutlarındaki organları dahi çalmakta, çocukları dahi katletmekte, insanların malına ve ırzına göz dikmekte bir sakınca görmeyen cani insanlar ortaya çıkmıştır. Buna rağmen insanlara güzel ahlakı öğretmeye çalışan, İslam’i eğitim veren insanlar bu canilerden bile daha tehlikeli görülmektedir.
[3] (Öyle insanlar var ki görüş ayrılığı nedeniyle bir diğerine kin duymakta alakayı kesmekte ve hatta namazda aynı safta yan yana gelmeyi dahi istememektedir. Bağların bu derece kopması ifrat, tefrit ve fanatikliktir.)
[4] Al-i İmran 3/187
[5] Araf 7/162
[6] İngiliz casusun itirafları
[7] Müslümanlar içine değişik isimlerle sokulan faiz alışkanlık haline gelmiştir. Faiz Müslümanların fakirleşmesine sebep olarak maddi ve manevi bütün değerlerini yok etmiştir.Bu faiz politikasıyla bütün Müslüman devletler borçlandırılmış Gayri Müslimlere bağımlı ve boynu bükük hale getirilmiştir. Borçlar o kadar yüksek boyutlara ulaşmıştır ki; doğacak çocuklar bile borçlandırılmıştır. Çok yüksek miktardaki vergilere rağmen bu borçlar kapatılamamaktadır. Borçlanmanın getirdiği ekonomik bunalımlar ve fakirlik Müslümanlar içinde düşmanlık, cinayet, zina, ümitsizlik, bunalım vs. hastalıkların çığ gibi büyümesine neden olarak günahlara alıştırmış ve Kur’an ahkamına karşı gelmelerine neden olmuştur.
[8] Bunu düşünen misyonerlerin İslâm’i eserlere ve İslam alimlerinin sözlerine bidat ve hurafe sokmak için uydurma hadis yerleştirmeleri gayet kolay olacaktır.
[9] İslam’a dinin yapısı içerisinde olmadığı halde sonradan sokularak dindenmiş gibi yerleşmiş bid’at ve hurafeler İslam’ın yanlış anlaşılması ve tanınmasına neden olmuştur. Bu bid’at ve hurafelere dalan Müslümanlar İslam düşmanlarının İslam’ı karalamaları için fırsat olmuştur.
[10] Şöyle bir baktığımızda bu konuda ne kadar başarılı olduklarını görüyoruz. Irak’ta Saddam Hüseyin, Suriye de Hafız Esad, Mısır’da Hüsnü Mübarek, Özbekistan’da İslam Kerimov ve bunlar gibi niceleri. İsimlerine bir bakar mısınız ? Ne kadar ilginç değil mi? Bir tarafta İslam, bir tarafta hafız, bir tarafta da mübarek bir zat yorum sizin.
[11] Tabi amaç direk olmasa da dolaylı olarak İslam’ı önlemek. Laiklik bu düşüncelerle İslam toplumlarına yutturulmuş bir tuzaktır. Asıl gaye Müslümanların siyasi gücünü kırıp dünya ve devlet işlerinden elini çektirmek, bir lider etrafında birlik ve beraberlik sağlamalarını engellemektir. Dinimiz zaten farklı dinlere mensup insanlara hiçbir zaman zorlama yapmadığı halde,kiliselerine, sinagoglarına dokunmadığı halde her dine eşit uzaklıkta olmayı savunduğunu söyleyerek laikliği empoze etmenin arkasındaki gerçek Müslümanların devletle bütün bağını koparıp etkisiz hale getirmektir. Avrupa da laiklik ile yönetildiği bilinen devletler aslında kağıt üzerinde laiklikle, geri planda ise Hıristiyanlık temeli üzerine kurulmuş devlet yapısı ile yönetilmektedir. Çünkü bu devletler şayet bütün dinlere eşit uzaklıkta olsalardı sadece kiliseler için ödenek ayırmazlardı. çocuklarına Hıristiyanlık eğitimi vermezlerdi. Bizim birliğimizi istemeyen Avrupa manevi liderleri olan tek bir papa etrafında toplanmazlardı. Ekonomik birliği sağlamak için kurdukları Avrupa topluluğu binasının mimari yapısı bile haç şeklindedir. Laikliği bize empoze edip saltanatı kaldırtan Avrupa hala krallıklarını devam ettirmektedir. Yoksa bu saltanat değil midir?Asıl amaç saltanat değil birliği sağlayan halifeliğin kaldırılarak Müslümanların parçalanmasıdır.
[12] www. Rand.Org İnternet sitesinden alınan bilgilerdir.
[13] 02.06.2004 tarihli vakit gazetesi
[14] Misyonerlik Faaliyetleri ve Türkiye Prof. Dr. Mustafa Erdem s.30
[15] Günay Tümer “XIX. Yüzyılda Sömürgecilerin Destek Kuvveti ve Yehova Şahitleri Gerçeği” Türkiye de Misyonerlik Faaliyetleri
[16] Meclis Tutanaklarında Masonluk- Taceddin URAL

0 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.

ÖLÜ İÇİN TELKİN VERMEK

Cenaze kabre konduktan ve başında Kur’an okuma da tamamlandıktan sonra, kalabalığın orayı terk etmesinden sonra geride kalan bir kimsenin kabrin başında yüksek sesle ve ölüye hitaben iman esaslarını hatırlatması, ölünün Münker ve Nekir meleklerine karşı vermekle sorumlu olduğu cevaba yardım etmek işlemine telkin denir.
  Telkin şöyle yapılmaktadır: Cenaze defnedildikten sonra iyi hal sahibi bir kimse ölünün yüzüne karşı durur ve ona ismiyle hitaben “Ey falan!” diye üç kez seslenir ve sonra şu duayı okur:
   Bismillâhi ve  alâ  milleti  Resûlullahi, Allâhümme abdüke nezele bike ve ente hayra menzilin bihi hallefet-dünya halfe zahrihî fec’al mâ gadime ileyhi hayran mim men hallefe fe inneke  gulte ve mâ indallâhi hayrul ebrar.
   “Allah’ın adıyla ve Resûlullah’ın milleti üzre (defn ediyoruz). Allah’ım, kulun sana vardı! Kendisine varılanların en hayırlısı sensin! Dünyayı arkada bıraktı. Gideceği yeri daha hayırlı kıl. Zira sen şöyle demişsin. ‘Allah’ın katındaki, iyilik yapanlara dünyadan daha hayırlıdır.”
   Uzkur mâ haracte aleyhi mined-dünya şehadeten en lâ ilâhe illallâh. Ve enne Muhammed’en Resûlullah. Ve ennel cennete haggûn, Ven-nâre haggun, ve ennel ba’se haggun. Ve ennes–sâate  âtiyetün lâ raybe fîyhâ, Ve ennallâhe yeb’asü men fil gubur. Ve enneke radiyte billâhi Rabben. Ve bil islâmi diynen, ve bi Muhammed’in (s.a.v.)’e Nebiyyen, ve bil Kur’âni imâmen, ve bil  ka’beti kıbleten, ve bil mü’miniyne  ihvânâ.
   “Ey falan! Hayatta iken üzerinde olduğun, benimsediğin şu hususları unutmayasın: Allah’tan başka Tanrı yoktur ve Muhammed O’nun elçisidir. Cennet ve cehennem gerçektir, yeniden diriliş vardır, kıyamet saati kuşkusuz gelecektir. Allah kabirde yatanları yeniden diriltecektir. Yine unutma ki, sen Rab olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, peygamber olarak Muhammed’i, imam olarak Kur’an’ı, kıble olarak Kâbe’yi ve kardeş olarak müminleri seçmiş ve bununla mutlu olmuştun.”
   Üç defa :  Yâ Ahmed ibn-i Ayşe, Gul lâ ilâhe İllallâhu. 
   “Ey Ayşe’nin oğlu Ahmed deki; Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.”
   Üç defa : Gul Rabbiyallâhu lâ ilâhe illâ hu, aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbul arşil aziym. 
   “Deki: Rabbim olan Allah’tan başka Tanrı yoktur, ben ona dayandım, büyük arşın Rabbi de O’dur.”
   Gul Rabbiyallâhü ve diyniyel islâmi ve Nebiyi Muhammed’ün Rabbi  lâ tezerhü ferden ve ente hayr’ul – vârisîyn.
   “Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed’dir. Ey Rabbim, sen onu tek başına bırakma, vârislerin en hayırlısı sensin.”
   Bu mesele peygamberimiz tarafından yapılmış bir sünnet olmamasına ve bu hususta açık ve sahih bir rivayet bulunmamasına rağmen âlimler arasında ihtilaf konusu olmuştur. İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Şafii müstehab olarak görürken, İmam Malik tarafından mekruh ve İmam Ebu Hanife için de yapılmasında ya da yapılmasında sakınca görülmeyen bir davranış olarak görülmüştür.
   Yapılmasını müstehab kabul eden mezhep imamlarına göre Peygamberimizin “Ölülerinize `lâ ilâhe illallah’ telkin ediniz” hadisine istinaden ölüler için telkin yapmanın caiz ve müstehap olduğunu söylemişlerdir. Karşı görüşte olan âlimlere göre ise buradaki “Ölülerinize” kelimesinden kastın ölmek üzere olanlar olduğu belirtilmektedir.
   Peygamberimizin (s.a.v.) cenaze defninden sonra hemen dönmez, bir müddet mezarı başında bekler ve cemaate şöyle derdi: “Kardeşiniz için yüce Allah’tan mağfiret isteyiniz ve kendisine sükûnet vermesini dileyiniz. O şimdi sorguya çekilmektedir.” (Ebû Dâvud, “Cenâiz”, 3221)
   îbn Ömer’den (r.a.) demiştir ki: Ölü mezara konurken Peygamber (s.a.v.) “Bismillahi ve ala sünnet-i Rasûlillahi = Ey ölü, seni Allah’ın adıyla (bu kabre indiriyoruz), Rasûlullah’ın yolu ve dini üzere (seni teslim ediyoruz)” diye dua edermiş. (Sünen-i Ebu Davud-Cenaze-3213)
   Kuran ayetlerinde nasıl ki bir ayet başka bir ayeti tahsis edip, açıklıyorsa aslında hadislere de bu şekilde bir bütün olarak bakılmalı ve sonuç çıkarılmalıdır. Hadiste geçen ölülerinizden kastın aslında ölmek üzere olanlar olduğunu şu rivayetlere bütünüyle bakmakla anlamak mümkün olmaktadır: Yahya b. Umare dedi ki: Ben Ebû Said el-Hudri’yi Rasûlullah (s.a.v.) “Ölülerinize La ilahe illallah (sözünü) telkin ediniz.” buyurdu, derken işittim. (Sünen-i Ebu Davud-Cenaze-3117)
   Peygamber  efendimiz  (s.a.v.)  şöyle  buyururdu:  “Her  kim  Allah’tan  başka  hiçbir  ilah olmadığını bilerek ölürse cennete girer.” Bir başka hadiste de şöyle buyurulmaktadır: “Her kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ölürse, cennete girer.” Müslim
   “Ölülerinize; ‘Lâ İlâhe illâllah’ı telkin edin. Çünkü ölüm halinde onu söyleyen bir mü’mini bu kelime, Cehennemden kurtarır.” “Son sözü Lâ ilâhe illâllah olan kimse Cennete girer.” (Müslim, Cenâiz 1, 2; Ebû Dâvud, Cenâiz 16).
   Muaz b. Cebelden rivayet olunduğuna göre, Rasûlul­lah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Son sözü la ilahe illallah olan kimse cennete girmeyi hak etmiştir.” Sünen-i Ebu Davud-Cenaze-3116
   Bu rivayetleri aşağıdaki rivayetlerle birlikte incelediğimizde telkinin kimler için yapılabileceği ortaya çıkıyor. Ölmeden önce son sözün la ilahe illallah olmasının önemi anlatılıyor. Ve daha sonrada ölmek üzere olanların son sözünün la ilahe illallah olması için ölüm sarhoşluğunda onlara telkin edilerek yardım edilmesi tavsiye ediliyor.
   Ebû Kâmil-i Cahderi Fudayl b. Hüseyin ile Osman b. Ebî Şeybe hep birden Bişr’den rivayet ettiler. Ebû Kâmil dedi ki: Bi­ze Bişrü’bnü’l Mufaddâl rivayet etti. (Dedi ki): Bize Umâratü’bnü Gaziyye rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya b. Umara rivayet etti. Dedi ki: Ebû Said-i Hudri’yi şöyle derken işittim: Resûlüllah (s.a.v.) “Ölenlerinize Allah’tan başka ilâh yoktur, sözünü telkin edin.” buyur­dular.  (Müslim-Cenaze-916, Tirmizi-Cenaze- 976)
   Bize Ebû Şeybe’nin oğulları Ebû Bekir ile Osman riva­yet ettiler. Bana Amru’n-Nâkıd da rivayet etti. Bunlar hep birden dediler ki: Bize Ebû Hâlid-i Ahmar, Yezîd b. Keysân’dan, o da Ebû Hâzim’den, o da Ebû Hüreyre’den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resûlüllah (s.a.v.) “Ölenlerinize: Allah’tan başka ilâh yoktur, demelerini telkin edin.” buyurdular. (Müslim-Cenaze- 917)
   Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Hastanın ya da ölenin yanında bulunduğunuz vakit hayır söyleyiniz.  Çünkü şüphesiz melekler sizin söylediklerinize âmin derler.” (Müslim, Sünen-i Ebu Davud-Cenaze-3115)
   Enes  (r.a.)’ın rivayet ettiği şu hadistir:  “Rasûlullah  (s.a.v.)  ensardan hasta bir adamı ziyaret etti. Ona dayıcığım dedi. La ilahe illallah de. Adam ona ben dayımı, amcamı olurum dedi. Peygamber hayır dayı diye buyurdu. Adam: La ilahe ilallah demek benim için hayırlı bir şey midir? Peygamber (s.a.v.): Evet diye buyurdu.” İmam Ahmed (III, 152-154, 268)
   Müseyyeb İbn-i Hazn(r.a.)’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ebû Tâlib`e ölüm (alâmetleri) geldiği sırada ona, Resûlullâh (s.a.v.) geldi. Ve amcasının yanında Ebû Cehl İbn-i Hişâm ile Abdullah İbn-i Ebî Ümeyye`yi buldu. Resûlullâh (s.a.v.) Ebû Tâlib`e:  “Ey ammi! (Lâ ilâhe illâllâh) de, nezd-i Bârî`de kendisiyle sana şehâdet ve şefâat edebileceğim (bu mübârek) kelimeyi söyle!” buyurdu. Ebû Cehil ve Abdullah İbn-i Ebî Ümeyye: Ey Ebû Tâlib! Abdülmuttalib milletinden yüz mü çevireceksin? Diye men ettiler. Resûl-i Ekrem amcasına bu kelime-i tevhîdi arza devâm ediyordu. Bu ikisi de mütemadiyen o sözlerini tekrar eyliyorlardı. Nihayet Ebû Tâlib bunlara söylediği son söz olarak:  “O, (yani ben) Abdülmuttalib milleti üzredir” dedi ve “Lâ ilâhe illâllâh” demekten çekindi. Resûlullâh (s.a.v.): “İyi bil amcacığım! Yemîn ederim ki ben, hakkında mağfiret dilemekten nehy olunmadıkça herhalde Allâh’u Teâlâ`dan senin için af ve mağfiret dilerim!” dedi.  (Buhari –Cenaze-665)
   Enes b. Malik (r.a.)’den rivayete göre; (Abdü`l-Kuddüs) adlı bir Yahûdî çocuğu vardı. Nebî (s.a.v.)`e hizmet ederdi. (Bir ara) çocuk hastalandı. Nebî aleyhi`s-selâm bunu iyâdeye geldi. Ve başucunda oturdu. Ve çocuğa: “Müslüman ol!” buyurdu. Çocuk (yanında bulunan) babası (nın yüzü) ne baktı. Babası oğluna: ‘Ebü`l-Kâsım (s.a.v.)`ın emrini kabûl et!’ dedi. Abdü`l-Kuddüs de hemen: – (Eşhedü en lâ ilâhe illâ`llâh ve eşhedü enne Muhammeden resûlullâh) deyip Müslüman oldu. Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) hastanın yanından çıkarken: ‘Şu çocuğu Cehennem ateşinden halâs eden Cenâb-ı Hakk`a hamd ü senâlar olsun.’ diyordu.”  (Buhari-Cenaze-663)
  Cenab-ı Hak (c.c.)  buyuruyor ki: “Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz ki Allah, dilediğine işitti­rir. Sen, kabirlerdekine işittiremezsin.” Fatır 35/22
  “İbnu’l-Cevzî bu ayetin tefsirinde şöyle der: Yüce Allah, “kabirdekiler” ile kâfirleri kastetti ve onları ölülere benzetti” yani, kabirlerde olanlar, Allah’ın kitabını işitemeyecekleri ve Onun öğütlerinden yararlanamayacakları gibi, kalbi ölü olan kimse de, işittiğinden faydalanamaz.” (Savfetü’t Tefasir /Fatır suresi. 22. Ayetin tefsiri)
   Ayet üzerinde dikkatle düşünüldüğünde kabirde bulunanların öğütlerden yararlanamayacakları üzerine de vurgu yapılıyor. O halde nasıl onlara öğüt verilebilir ve hatırlatma yapılabilir.
   Sağ iken öğüt almayan, hidayete talip olmayan ve ömrünü boş işler peşinde geçiren birisi ölüm vaki olup da perdeler açılınca ve imtihan süreci sona erince mi aklı başına gelip öğüt alacak? O zaman zaten olayın dehşetiyle her şeyin farkına varacak varsa bir bilgisi kimsenin hatırlatmasına gerek kalmadan cevabını verecektir. Hiçbir bilgisi yoksa Allah’tan uzak bir hayat yaşamış ise, Allah’ı unutmuş, Rasulünü unutmuş ve Allah’ın kitabını arkasına atmışsa istediğiniz kadar telkinde bulunun bir faydası olmaz.
   “Onlar, kendilerine meleklerin gelmesini mi, ya da Rabbinin gelmesini mi veya Rabbinin bazı ayetlerinin gelmesini mi gözlüyorlar? Rabbinin ayetlerinden bazılarının geleceği gün, daha önce iman etmemişse veya imanıyla bir hayır kazanmamışsa hiç kimseye imanı yarar sağlamaz. De ki: “Bekleyin, biz de şüphesiz beklemekteyiz.” En’am 6/158
   Bu ayet kâfirlerden ve onların iman etmek için Allah’ı ve melekleri görmek istemelerinden ve Allah’ın ayetlerini açıkça görmeleriyle iman etmelerinin artık bir şey ifade etmeyeceğinden bahsediyor.  Ama bu ayette dikkat edilmesi gereken bir hususta şudur: Münker ve Nekir melekleri geldiği zaman Allah’ın ayetlerini ve dünya hayatından ayrılarak gaip olan ahiret hayatına geçişle birlikte gerçekleri kesin bir şekilde gören kişi için de aynı şey söz konusu olmaktadır. Yani o saatten sonraki hatırlatma bir işe yaramaz. Yani ölüler işitse de işitmese de öğüt alıp, amel etme süreci sona ermiştir.
   Enes b. Malik (r.a.)’den Nebî (s.a.v.)`in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “(Mü`min) kul, kabrine konulup onun ashâb ve yârânı geri dönüp gittiklerinde -ki meyyit, bunlar yürürken ayakkabılarının sesini bile muhakkak işitir- ona (Münker ve Nekîr adlı) iki melek gelir. Bunlar meyyiti oturturlar. Ve ona: Hâ! Şu Muhammed (s.a.v.) denilen kimse hakkında (ki kanaatin nedir?) Ne dersin? Diye sorarlar. O mü`min de: Samîmî bildiğim ve size de bildirmek istediğim şudur ki, Muhammed (s.a.v.) Allâh`ın kulu, ve Allâh`ın Resûlü`dür, diye cevap verir. Bunun üzerine melekler tarafından: Ey mü`min! Cehennem`deki yerine bak, Allâhu Teâlâ bu azâb yerini senin için cennet`ten (yüce) bir makama tebdîl eyledi, denilir. Nebî (s.a.v.): “O mü`min, cehennem ve cennet`teki iki makâmını birden görür” buyurmuştur. Fakat kâfir veyahut münâfık olan meyyit (meleklerin bu suâline karşı): ‘Muhammed hakkında bir şey bilmiyorum. Halkın ona (peygamber) dedikleri bir sözü (işitir), ben de halka uyup söylerdim’, diye cevap verir. Bu iki melek tarafından bu kâfir veya münafığa: ‘Hay sen anlamaz ve uymaz olaydın!’ denilir, sonra bu kâfir veya münafığın iki kulağı arasına demirden bir topuzla vurulur. O topuzu yiyince kâfir veya münâfık şiddetli sayha ile bir bağırır ki, bu feryâdı ins ve cinden başka bu ölüye yakın olan her şey işitir.” (Buhari-Cenaze- Hadis no:658)
   Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Sizden biriniz veya ölü kabre konulunca simsiyah mavi gözlü iki melek ona gelir onlardan birine münker diğerine nekîr denilir. O iki melek şöyle derler: Bu Muhammed denilen adam hakkında ne dersin? O kimse ise ölmeden önce söylediğini aynen tekrar ederek: O Allah’ın kulu ve Rasûlüdür. Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka gerçek ilah yoktur. Muhammed’de onun kulu ve elçisidir. O iki melek derler ki: Senin böyle söyleyeceğini biliyorduk. Sonra o kabir yetmiş arşın kadar genişletilir ve aydınlık hale getirilir ve rahatça yat uyu burada denilir. O kimse bu durumu benim aileme dönüp haber verebilir miyim? Deyince o iki melek; gelin güvey gibi rahatça uyu gelin güveyi olan kimseyi ailesinden en çok sevdiği kimse uyandırır derler. O kişi o kabirde mahşer için diriltilinceye kadar rahat rahat uyur.
   O kabre konulan kimse münafık ise Muhammed (s.a.v.) hakkında sorulan soruya; İnsanların peygamber dediklerini duydum bende aynen öyle söyledim, gerçek midir? değil midir? bilemiyorum diyecek. Bunun üzerine o iki melek; senin böyle söyleyeceğini biliyorduk derler. O kabre, sıkıştır onu denilir, kabirde onu sıkıştırır da kaburga kemikleri yerlerinden oynar. Allah onu böylece mahşer günü uyandırıncaya kadar azab etmeye devam eder.” (Tirmizi-Cenaiz:70, Nesâî, Cenaiz: 114; Buhârî, Cenaiz: 86)
   Şayet ölen kişi kulluğunu ortaya koyan ve ihlâslı amellerle yaşamış birisi ise zaten bir telkine ihtiyacı olmayacaktır. Çünkü böyle mü’minler için hiçbir korkunun olmayacağı ayetlerle bildirilmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) bunu şöyle haber veriyor: “Bu ümmet kabirlerinde imtihan edilecek. İnsan defnedilip arkadaşları ondan ayrılınca, elinde topuzla bir melek gelerek onu oturtur ve; “Bu adam (Rasûlullah hakkında ne dersin “? diye sorar. Kişi mü’min ise; “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)’in, Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet ederim” diye cevap verir. Melek de ona; “Doğru söyledin” der…” (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, III, 3, 40).
   Kâfir ve münafık ise yukarıdaki hadiste de geçtiği üzere suallere cevap veremeyecektir.
   Rivayete göre Taberanî “Kebir” de ve ibn-i Ebû Mende, Ebû Umâme (r.a.)’den o da Resûlullah (s.a.v.)’den rivâyet ettiklerine göre O (s.a.v.) şöyle buyurdu:
   “Kardeşlerimizden biri ölüp üstünü toprakla kapatırsanız sizden biri kabrin baş ucunda durarak: Ey filan ibn-i filan! Desin, çünkü ölü muhakkak işitir, yalnız cevap veremez. Sonra yine, ey filan ibn-i filan desin. Çünkü o zaman kabrinde oturur. Bir daha ey filan ibn-i filan desin. O da o zaman, “beni irşad edin, Allah’ın rahmetine kavuşasınız”, der. Ama siz onun böyle demesini fark edemezsiniz. Sonra şöyle desin:
   “Dünyaca sahip olduğun inancını hatırla, Allah’tan başka ilâhın olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehadet et. Zaten sen Allah’ın Rab olduğuna, İslâm’ın din olduğuna, Muhammed’in peygamber olduğuna, Kur’ân’ın imam olduğuna razı olmuştun.” İşte o zaman Münker ve Nekir melekleri ondan uzaklaşarak “kendisine deliller telkin edilenin yanında oturmaya hacet yoktur” derler. Allah, o iki meleğe karşı ölünün savunucusu olur. (İmam Celâleddin Es-Süyûtî, Kabir Âlemi, s. 190-191)
   Bu rivayete göre kendisine telkin verilmeyen kişinin hücceti olmayacak ve suallere cevap veremeyecek. İrşad edilme ise sağ iken olabilecek bir şeydir. Öldükten sonra irşad etme olsaydı o zaman gerçeklerle yüz yüze gelen herkesi kolayca iman ettirmek mümkün olurdu. Şayet böyle bir irşad olsa neden peygamberimiz ölmek üzere olan insanlara Kelime-i tevhidi söylettirebilmek için çaba harcamazdı.
   Osman b. Affan’dan (r.a.) demiştir ki: Peygamber (s.a.v.) cenazeyi defnetme işini bitirince, (cenazenin kab­rinin) başında durup: “Kardeşiniz için (Allah’tan) af dileyiniz. Onun için (kabir sua­line cevap vermekte) muvaffakiyet isteyiniz. Çünkü o, şu anda sorgu­ya çekiliyor.” buyurdu. (Ebu Davud-Cenazeler-3221)
   Bu rivayete göre Resulullah (s.a.v.) telkinde bulunmayı değil, kabirde bulunan için dua etmeyi tavsiye ediyor. Telkin ile yapılan hatırlatma tıpkı sınavda sorulara cevap vermekte zorlanan birisine iyi bilen birisinin kopya vermesi gibi bir şey olmaktadır. O zaman sorgu melekleri kopyacıya kızan öğretmen gibi telkinde bulunanlara neden yardımcı oluyorsunuz bu adam dünyadayken öğüt almadı Allah’ın ayetlerini dikkate almadı, Rabbini tanımadı ve emirlerine uymadı ama siz ona yardım ediyorsunuz diye kızsa yeridir. Bu durum imtihanı bitirmiş sınav kağıdı teslim edilmiş birisine yardım etmeye çalışmak gibi bir şey olmaktadır. Yani imtihan bitmiş siz hala ona yardımcı olmaya çalışıyorsunuz.
   Şayet telkin ile ölenlerin kelime-i şehadeti söyleme ve sorulan suallere cevap verme imkânı olsaydı o zaman gerçeklerle yüz yüze gelen kâfirlere bile Müslüman olmaları telkin edilerek bu yaptırılabilirdi. Allah (c.c.) Müminlerin özelliklerini sayarken onların gaibe iman ettiklerinden bahsediyor. Ölünce perdeler açılacak ve gaip olan bilgiler, ölen kişi için ortaya çıkmış olunca söylenen kelime-i şehadetin ne manası olacaktır. Önemli olan görmediği halde iman etmek, kulluğunu ortaya koymak ve salih ameller işlemektir.
   Allah (c.c.) buyuruyor ki: “O (Allah), hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.” (Mülk: 67/2)
   “Kendisine iyilik ve kötülük yapabilme kudreti verilen insanın yaradılışı maksatsız değildir, bilakis Allah onu imtihan etmek maksadıyla yaratmıştır. Bu hayat insana verilmiş bir imtihan süresidir ve ölüm bu sürenin sona ermesi demektir. Üçüncüsü, Yaratıcı’nın bu süreyi (fırsatı) insana vermesinin nedeni, onun iyi mi, kötü mü olduğu dünyada fiilen ispatlansın diyedir.” (Mevdudi-Tefmu’l Kuran)
   “O’nun arşı su üzerinde iken amel bakımından hanginizin daha iyi olduğunu denemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur.” Hud 11/7
   Dünya insanın kendisine verilen imkan dahilinde iyi yada kötü ne yapacağının belirlenebileceği bir yerdir. Bura çalışma ve gayret gösterme yeri ahiret ise yapılanların karşılığının verileceği yeridir.
   Peygamberimiz (s.a.v.) ölen birsinin defninden sonra kabri başında yukarda geçtiği gibi bir telkinde bulunmamıştır.  Telkin yapılabileceğine dair görüş sahiplerinin dayandığı deliller ise tevil sonucunda elde edilen ya da zayıf delillerdir.  Oysa bu konuda gelen rivayetlerin bütününe bakıldığında ölenler için değil ölmek üzere olanlar için telkin yapılabileceği, kabire konulan için de dua edilebileceği açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
 .
.
Ebu Muhammed Mus’ab KÖYLÜOĞLU

0 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.

MEVLİD – Vesîlet’ün Necât

   (Vesîlet’ün Necât):
   Arab dilinde “Mimli masdar” adı verilen ve “doğum zamanı, doğum yeri, doğmak” mânâlarında kullanılan “mevlid”, halk arasındaki teâmül dikkate alındığı zaman, “Hz. Muhammedin doğum zamanı” mânâsında kullanılmaktadır.
   Mevlid kutlamaları Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ahirete intikalinden yüzlerce yıl sonra yaklaşık hicri 4. yüzyılda ilk olarak ortaya çıkmaya başlamıştır.
   Bu kutlamalarda Resulullah (s.a.v.) için kasideler okunmaktaydı. İşte bunlardan en meşhur olan, Mevlid kandillerinde okunan Vesîlet’ün Necât Osmanlı padişahı Sultan birinci Murâd Han’ın vezîrlerinden Ahmed Paşa’nın oğlu, Şeyh Mahmûd Efendinin torunu, Osmanlı dönemi alimlerinden olan Süleyman Çelebi (1351-1422 m.) tarafından yazılmıştır. Mevlid; münâcaat (Allahü teâlâya yalvarma), velâdet (Peygamberimizin doğumu), risâlet (Peygamberliğin bildirilişi), mîrâc (Göklere çıkışı, Cennet’i ve Cehennem’i görmesi), rihlet (Peygamberimizin vefâtı) ve duâ bölümlerinden ibârettir. Üç yüze yakın beyitten oluşmaktadır.
   Mevlid-i şerif Hicri 4. asırdan günümüze kadar özellikle Osmanlı (Türk) toplumu içerisinde önemli bir yer edinmiş ve Peygamberimizin doğum günlerinin, kandillerin, Cenaze ve sünnet merasimlerinin en önemli unsuru haline gelmiştir.
   Osmanlılar tarafından mevlid, ilk defa III. Murat zamanında, 1588′de resmi hale getirildi. Merasimler, belirlenmiş teşrifât kaidelerine uygun olarak sarayda tertiplenir, ayrıca, önceleri Ayasofya Camii’nde, sonraları ise Sultan Ahmed Camii’nde yapılan merasimlere, devlet erkanıyla birlikte halk da katılırdı.
   çelebi MEVLİD   Vesîlet’ün NecâtBu merasimlerde, önce müezzin tarafından Kur’an-ı Kerîm okunur, bunun peşinden de vaazlar verilirdi. Daha sonra mevlidhân kürsüye çıkar ve bir bölüm okuduktan sonra iner hediyesini alır ve ikinci mevlidhan kürsüye çıkarak, okumaya devam eder ve belirlenmiş kaideler çerçevesinde mevlid kutlamaları son bulurdu.
   İlk zamanlar, sırf Resulullah (s.a.s.)’in doğduğu zaman ve sadece camilerde okunan mevlid, sonraları para karşılığında hanendeler tarafından rastgele zamanlarda okunur olmuştur. Kandil gecelerinde, ölülerin ardından; kırkıncı, elli ikinci gecelerinde, sene-i devriyelerinde de mevlidler okunmaya başlanmıştır.
   Mevlid kutlamalarını Peygamberimize olan sevginin tezahürü olarak görenler, onun sünnetine gereken önemi vermedikleri halde, peygamberimizin bir çok sünnetinden habersiz oldukları halde onu çok sevdikleri iddiasında bulunmaktadırlar. Oysa sevginin en açık belirtisi onun yolundan gitmek ve onun yapmadıklarını terk etmekle mümkün olabilecektir. Onun şerefli ashabı böyle bir sevgi gösterisinde ve anma merasiminde bulunmadıkları halde daha sonraki nesiller içerisinde takvada ve sevgide ashabı da geçenler oldu. Mevlid kutlamaları ile sevgi gösterisi yapanların, gözyaşları dökenlerin bu saf ve temiz duygularını şeytanın nasıl da saptırabildiğinin farkına varmaları gerekmektedir. Çünkü diğer taraftan bakıldığında bu davranış sünnetine tabi olunmadan ortaya konulan içi boş bir sevgi gösterisi olmaktadır.
   Muhteviyatı ilk bakışta Peygambere yazılmış bir şiir olarak masum gözükse de, üzerinde düşünüldüğü zaman içerisinde uydurma hâdiselerinde olduğu tespit edilecek ve Peygamberimize yönelik abartılı övgülerin olduğu görülecektir.
   Bir hadiste “Biz Beni Amir heyeti olarak Rasulullah’a gittik ve sen bizim büyüğümüzsün dedik H.z. Peygamber (s.a.v.) “Büyük olan Allah’tır” dedi biz “sen fazilet bakımından bizim en üstünümüzsün, vermek bakımından bizim ileride olanımızsın” dedik peygamber “sakın fazla ileri gidip de şeytanın elçileri olmayınız.” Buyurdu. [1]
   Peygamberimiz (s.a.v.)’in sağlığında ve vefatından sonra ne sahabe tarafından, ne tabiin, ne tebe-i tabiin, ne de daha sonraki ehli sünnet alimleri tarafından, onun doğum günü kutlanmamıştır. Ayrıca Mevlid kasidesi okumak, Kur’an ve sünnette izine bile rastlanmayan bid’atlerden biridir. Mevlid-i Nebevî’yi kutlayan bazı insanlar, Rasulullah (s.a.v.)’in onların kutlamalarında hazır bulunduğuna bile inanmaktadırlar.
   “Yine, bazı insanların ihdâs ettikleri şey, ya İsa (a.s.)’ın doğum gününü kutlayan Hıristiyanlara benzemektir, ya da Peygamber (s.a.v.)’e sevgi duymak ve saygı göstermektir. İnsanlar, doğum gününü kutlama konusunda farklı olmalarına rağmen, her kim Peygamber (s.a.v.)’in doğum gününü bayram edinirse, (bilsin ki) seleften (ümmetin ilkleri) hiç kimse bunu yapmamıştır. Bunda hayır olsaydı veya bunu yapmak daha tercih edilen bir görüş olsaydı, onlar Peygamber (s.a.v.)’i bizden daha çok seviyor ve bizden daha çok O’na saygı duyuyorlardı. Çünkü onlar, hayıra bizden daha düşkündüler. Peygamber (s.a.v.)’i sevmek ve O’na saygı göstermek, ancak O’nun yaptığı gibi yapmak, O’na itaat etmek, O’nun emirlerine uymak, gizli ve açık olarak sünnetini yaşatmak, gönderildiği bu dîni yaymaya çalışmak ve bu uğurda kalp ile, el ile ve dil ile cihâd etmekle olur. Çünkü bu yol, ilk Müslümanlar olan Muhâcir, Ensâr ve onlara en güzel bir şekilde tâbi olanların yoludur.” [2]
   Bu hususta ortaya atılan görüşlerden bazılarında da bidat olduğu açıkça itiraf ediliyor ancak güzel bir bidat olduğu belirtiliyor. Ancak daha öncede izah edildiği üzere bidatin iyisi ve kötüsü olmaz her sonradan çıkma bidattir. Ne gariptir ki bu mevlid kandili kutlamalarının sonradan çıktığını herkes kabul ediyor. Ama güzel bir bidat olduğunu düşünerek; ne var bunda Resulullah (s.a.v.)’e olan sevgimizi ortaya koyuyor onu yad ediyoruz diyorlar.
   Şunu unutmamak gerekir ki; Din adına yapılan her ne olursa olsun, Peygamberimiz ve Ashabı yapmadığı halde dine sonradan sokulmuş bir şey ise muhteviyatının iyi olması onu bid’at olmaktan çıkarmaz. Çünkü o zaman her önüne gelen yeni ve güzel bir şey bulduğunu ve bununda çok faydalı olduğunu iddia eder ve din artık o ilk günkü temiz halinden uzaklaşmış olur
    Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki;
    “Her kim bizim bu işimizin (yani dinimizin) içine, ondan olmayan bir şeyi yeniden sokarsa (o yaptığı iş) merdudtur, başına çalınır.” [3]
   Maalesef bu bid’at Türk İslam toplumu içerisine öylesine bulaştı ki, sanki dindenmiş gibi, kandillere, cenaze, sünnet ve bir takım merasimlere artık tamamen yerleşti. Hattâ Mevlidi okuyan bazı insanlar bu işi gelir kapısı haline getirdi. Bu bid’atin topluma örf ve adet şeklinde yerleşmesi nedeniyle dinin içerisinden çıkarılması artık oldukça zor bir hale geldi.
 .
.
   Ebu Muhammed Musab Köylüoğlu
.

[1] Ebu Davud (Mutarrif)
[2] İbn-i Teymiyye:“İktidâus-Sırâtıl-Mustekîm”
[3]Buhari-Müslim

0 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.

NİKAH TAZELEME- TECDİD-İ İMAN

   Nikah iki insan arasında şahitler huzurunda belli şartlara uyularak yapılan bir akitleşmedir. Nikah sırasında iki şahidin bulunması yapılan akdi işitmesi gerekir.
   Nikah: Kabul, icap, mehir ve velisinin izni olarak özetlenen olayın tescili ile teşekkül eder.
   İslam, aile yuvasına önem verdiği gibi, bu yuvanın oluşumunu sağlayan nikah bağına da saygı gösterilmesini ister. Her önüne gelenin boşamayı diline dolamasını hoş görmeyen İslam, nikah üzerine yemin etmeyi de haram kılmıştır.
   İmam nikahı diye bilinen nikah toplumumuzda yeterince anlaşılmadığından yada nikahın ve boşanmanın şartları küçümsendiğinden evlilik müessesi sağlam temeller üzerine inşa edilmemektedir. Resmi olan nikahta devlet tarafından belli güvencelere bağlanmış olan evliliğin boşanma noktasında caydırıcı olması verilen güvence ve cezalarla alakalıdır. Buna karşılık imam tarafından nikahı kıyılan ancak herhangi bir resmi bağlantısı olmayan nikahlarda evlilik kolayca bırakılabilen bir olgu haline gelmektedir. Yani Allah’ın (c.c.) huzurunda verilen sözler unutulmaktadır.
   Evlilikte boşanmada belli başlı şartların gerçekleşmesiyle meydana gelebilmektedir. Nikah zamanla aşınan ve durduk yerde zarar gören bir şey değildir ki; zaman zaman yenileme- tazeleme gereği duyulsun.
   Hiçbir kimse kafasına göre kimseyi nikahlayamadığı gibi kafasına göre de boşayamaz. Bunun için gerekli olan şartlara ihtiyaç vardır.
   Eğer taraflar nikahı bozacak bir iş yaptıysa bu bir evlilik için iki defa olur. Üçüncüsünde nikah bir daha dönmemek kaydıyla biter. Her Cuma gecesi tazeleme eylemi ile bozulan nikahlar yenilenmiş olmaz.
   Özellikle Türk İslam toplumları içerisinde ortaya çıkan bidatlerden bir tanesi de camilerde Perşembe geceleri yatsı namazından sonra topluca yapılan Tecdid-i iman ve nikah tazeleme bidatidir. Yatsı namazından sonra imam ile birlikte cemaat toplu halde şu duayı okurlar;
   Ya Rabbi! Büluğa erdiğim andan bu ana gelinceye kadar, İslam düşmanlarına ve bid’at ehline aldanarak, edindiğim yanlış, bozuk itikadlarıma ve bid’at, fısk olan söylediklerime, dinlediklerime, gördüklerime ve işlediklerime pişman oldum, bir daha böyle yanlışları yapmamaya azm, cezm ve kasd eyledim. Peygamberlerin evveli Âdem aleyhisselam ve ahiri bizim Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamdır. Bu iki Peygambere ve ikisi arasında gelip geçmiş Peygamberlerin hepsine iman ettim. Hepsi haktır. Bildirdikleri doğrudur.
   (Amentü billahi ve bi-ma cae min indillahi, alâ muradillahi, ve amentü bi-Resulillahi ve bi-ma cae min indi Resulillahi alâ muradi Resulillah. Amentü billahi ve Melaiketihi ve kütübihi ve Rüsülihi velyevmil-ahiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ vel-ba’sü ba’delmevti hakkun eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühü)
   Bunun arkasından nikah tazelemek için şu dua okunur:
   “Allahümme innî ürîdü en üceddide’l-îmâne ve’n-nikâha tecdîden bi-kavli lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Resûlüllah.”
   “Ey Rabbim, imanımı ve nikahımı, lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah diyerek yeniliyorum. Benden imanıma aykırı düşecek ne kadar söz, hareket ve fikir meydana gelmişse, hepsine tevbe istiğfar ediyor, pişmanlık duyup af diliyorum. Beni affet, nikahımı da sabit kıl.”
   Peygamberimizin namazdan sonraki sünnetine bakıldığında yukarda geçtiği gibi bir tesbihat onun sünneti içerisinde bulunmamaktadır. İhtiva ettiği dualar ayrı ayrı peygamberimizden rivayet edilmiştir. Ancak bu haliyle, namazdan sonra ve devamlı perşembe yatsı namazını müteakip olarak ne ashabı kiram ne de seleften kimse bunu yapmamıştır.
   Buhari’nin Ümmü Seleme’den rivayetine göre Resulullah (s.a.v.) namazdan sonra selam verince çok az bir süre beklerdi.
   Müslim’in Hz. Aişe’den yaptığı rivayette ise şöyle geçer: Resulullah (s.a.v.) selam verdikten sonra : “Allahumme ente’s-selâmu ve minke’s-selam tebârekte yâ ze’l celâlive’l ikram” diyecek kadar otururdu.
   Resulullah’dan sonra gelen imamların yani halifelerin bu konudaki uygulamalarına gelince, sahih kitapların dışında fıkıhçılar Enes (r.a.) hadisinden şunu naklettiler: Enes dedi ki: Ben Hz. Peygamberin arkasında namaz kıldım; o selam verdiği zaman ayağa kalkardı. Hz. Ebu Bekir’in arkasında da namaz kıldım; o selam verdiğinde sanki kızgın bir taş üzerindeymiş gibi yerinden fırlardı.
   İbn Yunus es-Sıkılli, ibn Vehb’den, o da Harice’den rivayet ettiğine göre o, imamların selam verdikten sonra oturmalarını ayıplardı ve şöyle derdi: imamlar aynı anda selam verirler ve ayağa kalkarlar. İbn Ömer dedi ki: İmamın selam verdikten sonra yerinde oturması bidattir.
   İbn Mes’ud (r.a.) şöyle dedi: İmamın kızgın bir taşın üzerinde oturması kendisi için bundan daha hayırlıdır.
   Fıkıhçılar selam verdikten sonra ayağa kalkmakta acele etmeyi namazın faziletinden saydılar. Selamdan sonra orada oturmanın kibirlenmeye ve cemaate tepeden bakmaya yol açabileceği yorumunu yaptılar. [1]
   Peygamberimiz (s.a.v.) ve sahabesinde namazdan sonra toplu tesbihat ile yukarda geçtiği gibi Tecdid-i iman ve nikah tazeleme olayı görülmemiştir.
   Bazıları bunun ne sakıncası olabilir insanlar haftada bir iman ve nikah tazeleyip tevbe ediyorlar diyebilmektedir. Bizde onlara şunu soruyoruz? Peygamberimiz ve Ashabı bunda hayır göremedi de siz mi daha iyi gördünüz? Eğer onlar bunda hayır görselerdi emin olun ki sizden çok daha önce bunu yaparlardı.
 .
Ebu Muhammed Musab Köylüoğlu
 .


[1] İmam Şatıbi – Bidatler Karşısında Kitap ve Sünnete Bağlılıkta Yöntem s.388-392 (Kitap Dünyası Yayınları)

0 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.