DÜNYA VE AHİRET DENGESİ

 
       
İslam’ı anlayan ve yaşayan ilk Müslümanlar onu hayatın bütün alanlarında tatbik ediyorlardı. Evlerindeki hallerinden ticari ve sosyal ilişkilerine kadar her türlü konuda Allah’ın ve Resulünün emirleri onlar için bir hayat tarzı teşkil ediyordu. Hayatlarını bu emirler doğrultusunda şekillendiriyorlardı. Resulullah (s.a.v.) dünya ahiret dengesini mükemmel bir çizgide tutmuştu. Bununla beraber İslam büyük zaferler kazanarak ilerledi. O ashabının her şeyini düzene sokarak dünya ve ahiret işleri için onları eğitti.İslam onların hayatının her alanında müdâhil olmuştu. Ancak ilk Müslümanlardan sonra bu denge bozuldu.
        Kimileri tamamen ahirete yönelerek dünyayı, kimileride tamamen dünyaya yönelip ahireti unuttu.
        Ahiret’e yönelenler dünyanın ahiretin tarlası olduğu düşüncesinden ve dünyada yapılacak olan işlerin hayırlı olması halinde ahiret içinde fayda sağlayacağı gerçeğinden uzaklaştı.
         Mesela elektriği bulan bir insan bu hizmeti ile bütün insanlığın faydasına bir iş yapmıştır. Ayrıca Rabbinin de rızasını umarsa o insan hem dünya için çalışıp maddiyatını kazanacak hem de hayırlı bir iş yaptığı için Allah’ın (c.c.) rızasını kazanarak ahireti içinde çalışmış olacaktır.
Bu mesele maalesef iyi anlaşılamadığı için Müslümanlar dünyadan elini eteğini çekmiş ve ahiretine yönelmiştir.Aslında ona da tam olarak  yöneldiğimiz söylenemez.
          Çağımızda teknolojik gelişmeler büyük oranda gayri Müslimler tarafından gerçekleştirildiğinden  Müslümanlarla gayri Müslimler arasındaki güç farkı her geçen gün daha da büyümektedir.
          Gayri Müslimler onların dinine girmedikçe bize dost olmayacağını onların Müslümanlara ne kadar kin dolu olduklarını Cenab’ı Hak (c.c.) bize bildiriyor;          
        “Ey iman edenler, siz Müslümanlardan başkasını dost edinmeyin.  Çünkü onlar size şer ve fesat çıkarmada ellerinden geleni geri bırakmazlar.  Daima sizin sıkıntıya düşmenizi isterler.  Size olan düşmanlıkları, zaten ağızlarından taşıp meydana çıkmıştır.Kalplerinin gizlediği düşmanlık ise daha fazladır. Eğer aklınızı kullanırsanız, ayetlerimizi size iyice açıkladık.”[1]    
         Gayri Müslimler en mukaddes değerlerimize  el uzatıyor ve biz kendimizi savunamıyoruz. Bu şartlar devam ettiği müddetçe de Müslümanlar ezilmeye, garip olmaya ve ikinci sınıf insan muamelesi görmeye devam edecektir.
           Dünya toprakları üzerinde zulüm görmeyen yada kafirlerin tehdidi altında olmayan Müslüman devlet bulunmamaktadır. Filistin de, Çeçenistan da, Afganistan da, Türkistan da, Tayland da ve dünyanın bir çok bölgesinde Müslümanlar kafirler tarafından insanlık dışı işkencelere, tecavüzlere maruz kalmakta ve diğer Müslümanlar onlara acımaktan başka bir şey yapamamakta sadece seyretmektedir.
          Yıllardır bu acılar dinmedi ve bu akılla gittiğimiz sürece de dinmeyecek. Bütün bunlar karşısında bu acıları hissetmeyen âdetâ uyuşturu merkezi olan yerlerde yaptıkları sohbetlerle, kıldıkları namazla, yaptıkları zikirlerle kendini bir şey zanneden biz Müslümanlar bunların hesabını Allah’a nasıl verecektir.
          Bir Müslüman düşünün ki düşman evine girmiş,namusuna el uzatmış, çocuklarını, anasını, bacısını öldürmüş, yapılabilecek en kötü işkenceleri yapmış ve kardeşi de eli kolu bağlı geçmiş köşede ağlayıp sızlayıp duruyor. Hatta bazıları bir şeyler yapmayı bırakın  düşman ile işbirliği bile yapıyor, ona yardımcı oluyor. Böyle bir kardeşlik olabilir mi?
          Şer güçleri yüz yıllardır planladıkları tezgahlarla Müslümanlara kendi kanunlarını uygulatmakta, menfaatleri doğrultusunda hareket eden uşaklarına da demokrasi ambalajı içinde sundukları komünistlik ve diktatörlükle Müslümanları yönettirmektedir. Bu diktatörler Müslümanların eğitim özgürlüğünü kısıtlamakta ve uyanışı engellemektedir.
 
 
Mus'ab KÖYLÜOĞLU

[1] Al-i İmran 3/ 118

0 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.

ALLAH GÖKTEDİR VE ARŞI ÜZERE İSTİVA ETMİŞTİR.


KONUYLA İLGİLİ BAZI AYETLER
“ Pâk söz ona yükselir, güzel ameli de O yükseltir” Fatır 35/10
“Emin mi oldunuz o gökte olanın üzerinize taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden?” Mülk 67/17
"Sonra bütün bu işler, sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde Ona yükselir." Secde 32/5
“Muhakkak ki. Rabbiniz o Allah Teâlâ'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arş üzerine istiva buyurdu.” Yunus 10/3 – Araf 7/54 - Rad 13/2
“ Ve Firavun dedi ki: Ey Hâman!. Benim için bir yüksek köşk yap, Belki, ben yollara ulaşırım. Göklerin yollarına ererim de Mûsa'nın Allah'ını görürüm ve şüphe yok ki, ben O'nu bir yalancı sanıyorum.” Mü’min 40/36-37
"Melekler ve Rûh, Onun Arşına; miktarı elli bin sene olan bir günde yükselirler." Mearic 70/4
“Rahman arş’a istiva etti” Taha 20/5
“o (Kur’an) Hakîm ve Hamîd tarafından indirilmiştir.” Fussilet 41/42
“ En üstte olan Rabbini adını tesbih et” A’la 87/1
“Deki: Kur-an’ı Ruhul Kudüs (Cebrail) Rabbinin katında indirmiştir.” Nahl 16/102
“Üstlerinde olan Rablerinden korkarlar.” Nahl 16/50
 
        KONUYLA İLGİLİ BAZI HADİSİ ŞERİFLER
        1- Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.v.) İsra ve Miraç hakkında ashabına haber verdiği hadisi şerifte uzunca geçen olaylardan bahsetmektedir. Ancak konumuzla ilgili olan kısmı:
        a) Burak adında bir binit ile göğe yükselmesi ve Cebrail (a.s.) ile birlikte âli makamlara çıkmak üzere merdivene bindirildiğini ve onunla birlikte yükseldiğini sırasıyla dünya semasına, oradan birinci, ikinci, üçüncü derken yedinci kat gökten sonra sidre-i münteheya çıktığını haber vermiştir.
        b) Kendisine ikramda bulunulduktan sonra 50 vakit namaz emredildiğini, dönerkende Musa (a.s.)’a uğradığını ve onunda ne ile emrolundun? diye sorduğunu ve kendisinin de 50 vakit namazla emrolundum demesi üzerine Musa (a.s.) “her gün 50 vakit namaza ümmetinin gücü yetmez.” dediğini ve tekrar Rabbine müracaat ettiğini dönüşte tekrar Musa (a.s.)’a uğraması ve bu gelip gitmeler neticesinde namazın 5 vakte indirilmesi hadisesi. [1]
        2- “Gökte olanın emini olduğum halde bana güvenmeyecek misiniz? Bana göğün haberleri sabah akşam gelir.” [2]
        3- “Ey gökte olan Allah, Ey Rabbim, ismin mukaddestir. Emrin ve işin gökte ve yerdedir.Rahmetin göktedir. Onu yere lütfet, günahlarımızı, hatalarımızı bağışla. Sen iyilerin Rabbi; rahmetinden bir rahmet indir. Bu ağrıya şifalardan bir şifa indir.”[3]
         4- “Allah mahlukatı yaratınca Arş’ın üzerinde yanına konulmuş bir kitaba rahmetim gazabımı geçti yazmıştır.” [4]
        5- “Allah haya sahibidir, yüce ve cömerttir. Kul kendisine el açtığı, ellerini göğe kaldırdığı zaman onun elini boş çevirmekten haya eder.”[5]
         6- Cabir bin Abdillah (r.a)’den gelen rivayetle veda hutbesinde “Tebliğ ettim mi ?” buyuruyor. Sahabe de evet diyorlardı. Bunun üzerine parmağını göğe kaldırıyor, sonra onlara çeviriyor, Allah’ım şahit ol buyuruyor ve defalarca tekrar ediyordu.” [6]
          7- “ Allah’ın her gece son üçte biri kaldığında dünya semasına indiği, elini açarak var mı bir isteyen?” buyurması [7]
         8-Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Her gün) birtakım melâike geceleyin, diğer takım melâike de gündüzün yekdiğeri müteakip size gel(ip içinizde kal)ırlar. Bunlar sabah ile ikindi namazlarında buluştukdan sonra (evvelce) içinizde kalmış olanlar semâya rucu ederler. Rabları (Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri namaz kılmış kullarının) hallerine a'lem iken (yine o meleklere: "Kullarımı ne halde bıraktınız?" diye sorar. Onlar da: "Onları namaz kılarken bıraktık. Nitekim namaz kılarlarken bulmuştuk." cevâbını verirler.[8]
    9- “Yazıklar olsun sana Allah’ın ne demek olduğunu bilmiyor musun? Allah’la kullarının hiçbirinden şefaat istenilmez. Allah’ın (c.c.) şanı bundan yücedir. Allah arş’ı üzeredir, işte böyle (diyerek parmaklarını kubbe gibi yaptı) [9]
    10- Zeynep (r.a.) Rasulullah’ın diğer hanımlarına karşı övünür ve “sizleri aileniz evlendirdi. Beni ise, yedi göğün yukarısından Allah evlendirdi.” derdi. [10]
    11- Süreyc b. En-Numan haber verdi ve dedi ki; Malik b. Enes’i işittim şöyle diyordu: “Allah göktedir. İlmi ise her yerdedir. İlminin olmadığı bir yer yoktur.”[11]
    12- Ruhun kabzı ile ilgili hadiste “….nihayet Allah’ın bulunduğu göğe o ruhu götürür.” [12]
  13- Hz. Peygamber vefat ettiğinde Ebubekir Sıddîk “Ey insanlar! Eğer siz Muhammed’e tapıyorsanız biliniz ki o vefat etmiştir. Yok eğer gökte olan ilaha tapıyorsanız. O vefat etmemiştir” dedi ve sonra da “Muhammed sadece bir peygamberdir ve ondan önce de (nice) peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse topuklarınız üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim topukları üzerinde geriye dönerse (bilsin ki) o Allah’a hiç bir zarar veremez! Muhakkak Allah şükredenlerin mükafaatını verecektir!” (Âl-imran/144) âyet-i kerimesini okudu.[13]
  14- Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem câriye’ye: “Allah nerede” diye sormuş, câriye: "Semâdadır", diye cevap vermiş. Bu sefer: “Ben kimim?” diye sormuş, câriye yine: “Sen Allah’ın Rasûlüsün” deyince, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Sen bunu azad et, çünkü o mü’min birisidir”demiştir. [14]
    15- Rasûlullah-sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Merhametli olanlara, Rahmân olan Allah Teâlâ da merhamet eder. Dünya ehline merhamet edin ki, semâdaki Rahmân olan Allah Teâlâ da size merhamet etsin.”[15]
     
    BAZI ALİMLERİN GÖRÜŞLERİ
    1- İmam Ebu Hanife Allah ona rahmet etsin şöyle buyurmuştur: “Her kim, Rabbim gökte mi yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olur."
    Yine: ‘O, arşının üzerindedir. Fakat arş gökte midir, yerde midir bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur.” [16]
    “Allah Teâlâ göktedir, yerde değil.”
Kendisine: “O sizinle beraberdir” (Hadid Sûresi: 4) âyetini hatırlatan adama:
    Bu, senin bir adama mektup yazıp onunla beraber olduğunu söylemen gibidir. Halbuki sen onun yanında değilsin.” dedi. [17]
    2- İmam Mâlik Allah ona rahmet etsin şöyle buyurmuştur: “Allah semâdadır. İlmi ise her yerde’ derdi.” [18]
    3- İmam Şafii Allah ona rahmet etsin şöyle buyurmuştur: “İmam Mâlik, Süfyan ve onlardan başka Ehli Sünnet önderlerinden gördüğüm ve benim de üzerinde olduğum hak olan söz şudur; Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed sallallahu aleyhi vessellem’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet edip, Allah Teâlâ'nın da semâsında arşının üzerinde olduğunu, istediği gibi kullarına yaklaşıp ve istediği gibi de dünya semâsına indiğini ikrar etmektir.”[19]
    4- İbn Teymiyye – Allah ona rahmet etsin söyle buyurdu : “Allah zatıyla her yerdedir diyenler Kur-an’a, sünnete ve ümmetin selefi ile imamlarının icmaına muhalefet etmekle birlikte Allah’ın kullarının üzerinde yarattığı fıtrata, sâlih akla ve bir çok delile muhalefet etmektedirler.”[20]
    5- Sevri, Malik, ibn uyeyne, Hammad ibn Selame, Hammad ibn Zeyd, İbnü’l Mübarek, Fudayl ibn İyad, Ahmad, İshak, Abdulkadir el cili, Şeyhül İslam el-Ensari Ebu’l Abbas et-Turuki ve sayısını ancak Allah’ın bildiği bir çok İslam alimi ve imamı yüce Allah’ın bizâtihi arş’ı üstünde ve ilminin her yerde olduğunda görüş birliği etmişlerdir. [21]
   
    GÖK VE ARŞ
    "Allah Odur ki gökleri, sizin de görüp durduğunuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arşı üzerine istiva etti." Rad 13/2
    “Derken, iki gün içinde, gökleri yedi kat olarak şekillendirdi ve her bir göğe kendisine ait işi vahyetti. Biz dünya semasını kandillerle, yıldızlarla süsledik, bozulup yıkılmaktan koruduk.” Fussilet 41/12
    “Üstünüzde yedi sağlam gök bina ettik.” Nebe 78/12
    Ebu Razin der ki; Ya Rasulallah Rabbimiz gökleri yaratmadan önce nerede idi ? dedim buyurdu ki: “Altında da, üstünde de hava olmayan ama’da idi sonra Arş’ını su üzerinde yarattı.” [22]
     “ Dünya seması ile onu takip eden sema arası beş yüz senedir. Her sema arası beş yüz senedir. Arş su üzerindedir. Allah ise arş üzerindedir ve O sizin ne halde olduğunuzu bilir.”[23]
    “Şüphesiz Allah (c.c.) arş’ı üzerindedir. Arş’ı da yerin ve göklerin üzerinde şu şekildedir. Diyerek parmaklarını kubbe gibi birleştirdi.” [24]
 
    S O N U Ç
    1- İmân’ın en öncelikli meselesi olan Allah inancının peygamber tarafından muallakta bırakılması peygamberin “sizi gecesi ile gündüzü apaydın bir yol üzere bıraktım” sözüne ters düşer. Şayet Peygamberimiz o dönemin insanlarına getirmiş olduğu dinin emirlerini buyuran Allah’ın nasıl bir Allah olduğunu ve nerede olduğunu bildirmemiş ve bu konuyu netleştirmemiş olsaydı kendisi sağ iken ve vefat edince sahabe arasında bu konuda bir çok ihtilaf çıkardı. Ancak sahabe arasında böyle bir ihtilaf olmamıştır. Ayrıca Allah’ı bilmek dinin temeli ve hidayetin esasıdır.
    2- Yukarda geçen birçok ayet ve hadislere göre Allah’ın gökte ve arş’ı üzerinde olduğu hakkında hiçbir şüphe yoktur. Ancak keyfiyeti hakkında yorum yapmak bid’attir. Çünkü Peygamberimiz ve sahabe keyfiyeti hakkında yorum yapmamışlar, lafza inanıp manayı Allah’a havale etmişlerdir.
    3- “Mekandan münezzehtir.” veya“ Allah her yerdedir.” gibi cümleler Kur-an’da geçmemiş ve ne peygamberimizden, nede sahabe tarafından naklolmamıştır. Şayet bu doğru olsaydı; Yukarda geçen hadislere göre Peygamberimiz yüce Rabbimize mekan tayin etmekte ve (haşa) küfre düşmektedir. Bu görüşün ne kadar da ahmakça ve çürük bir görüş olduğu akıl sahipleri için gayet açıktır.
    4- Allah inancının bu kadar karmaşık hale sokulmasının en önemli nedenlerinin başında felsefeye aşırı şekilde dalan insanların basit ifadelerden bile değişik manalar çıkarmaya çalışmalarıdır. Felsefi alandaki sapık fikirli insanların karıştırdığı kafa yapılarıyla Rabbimizi öyle bir anlattılar ki; sahabe-i kiram bile gelse her halde bir şey anlayamazdı. Onlar çaba sarf ettikçe Allah zihinlerini karıştırdı. Oysa peygamberimize ashabının, Allah’ın gökte olmasının zâtıyla mı? Yoksa sıfatlarıyla mı? Diye soru sorduklarına dair bir rivayet bulunmamaktadır. Çünkü bu mesele soru sormaya gerek kalmayacak şekilde açık olarak anlaşılmaktadır.
    “O zahirdir,(her şeyin üstündedir) batındır, ilmiyle her şeyi kuşatır.” Hadid 57/3 ayeti kerimesi zâtının gökte, ilminin ise her yerde olduğuna delildir. Çünkü ayette Allah her şeyi kuşattı demiyor ki; İlmi her şeyi kuşattı diyor.
     İbn Teymiyye şöyle der: “Zat ve mahiyet kadim ve muhdes diye ikiye ayrılıp, Rabbinin mahiyeti zâtının aynısı (kendisidir).”[25]
     “Ehli sünnet ve cemaatin görüşü yüce Allah’ın sıfatlarının gerçek olduğudur. Hatta kemal sıfatları onun zâtının bir gereğidir. Lâzimi kemal sıfatları olmadan zâtının sübutu imkansızdır. Hatta sıfatları bulunmayan bir zât’ın gerçeklik kazanması mümkün değildir. [26]
    Allah göktedir ama zatı her yerdedir gibi bir ifade naklolmadığı gibi, bunun bu şekilde anlaşılması ne akla nede mantığa sığmaz.
    5- Felsefecilerin ve filozofların ümmeti sürükledikleri kelime ve kavram kargaşasına karşı İslam’ın cevap verecek elbette delilleri vardır. Ve bu meseleleri delilleriyle izah etmek tevil değildir. Ancak Allah ve Rasulünün izâhatı dışında konunun mahiyeti hakkında yorum yapmak tevil ve bidattir. Şayet bu akımlara İslam’ın gerekli ve yeterli izahı olmasaydı bu dinin müntesiplerinin de kalbi mutmain olmazdı.
    6- “O Yüce Mabud ki, senin üzerine Kurânı indirdi. Ondan bir kısmı muhkem âyetlerdir ki, onlar o kitabın aslıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbih âyetlerdir. Artık kalplerinde eğrilik bulunan kimseler fitne aramak ve onu tevil arzusunda bulunmak için o kitaptan müteşâbih olanına tâbi olurlar. Halbuki, onun tevilini Allah Teâlâ'dan başkası bilemez. İlimde rüsuh sâhibi olanlar ise "Biz ona îman ettik, hepsi de Rabbimizin katındandır derler. Bunları tam akıllı zatlardan başkası düşünemez”[27] sahabe-i kiram da ayeti kerimede buyurulduğu gibi davranarak tevil yapmamışlardır.
    7- Rabbimizin sıfatları ile insanların sıfatları arasındaki benzerlik sadece isim benzerliğidir. O yarattıklarına benzemez ve yarattıklarından ayrıdır. O, akla gelen her şeyden, hayalde canlandırılan her şeyden münezzehtir. Çünkü ayette “ Değil O’na benzer, benzer gibi olan bile yoktur. O, işiticidir, görücüdür.” Şura 42/11 buyurulmaktadır.
     8- Allah’ın kullarına yakın olması, kullarıyla beraber olması; O’nun kullarını her an görmesi ve her hallerini bilmesidir.
    “ Korkmayın ben sizinle beraberim, işitiyorum ve görüyorum” Nahl 16/128
    Allah (c.c.) nerede olursanız olun sizin yanınızdayım demiyor ki, sizinle beraberim buyuruyor. Yani beraberinde olmakla yanında olmak tabiri farklı manalar ifade eder. Çünkü beraberinde olmak bitişiklik olmaksızın bir beraberliktir. Mesela, “Ay ile beraber gece yürüyüş yaptık” diyen birisi hakikatte ay ile yan yana yürüyebilir mi?
     9- Biz ona şah damarından yakınız diye geçen ayette belirtilen yakınlık sağında ve solundaki meleklerin yakınlığıdır. Çünkü ayetin devamında “ onun sağında ve solunda oturan iki alıcı (melek onun yaptıklarını) kaydetmektedir. buyurulmaktadır.[28]
     Allah’ın yakınlığı asla zatının yakınlaşması değildir.
    “Bana bir karış yaklaşana bir arşın yaklaşırım, bir arşın yaklaşana bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene koşarak gelirim.” buyurulmaktadır. [29] Bu hadisi kutside mecazi bir ifade olduğu gayet açıktır. Çünkü bir karış yaklaşmak ve koşarak gelmekten maksat; kulun itaatle Rabbine yaklaşarak rızasını kazanmasıdır. “Rabbine yaklaşmak için vesile ararlar” İsra 17/57 ayet-i kerimesinde buyurulduğu gibi yaklaşmak itaatle onun rızasını celbetmektir.
      “Bazı kimseler yanılgıya düşerek Allah’ın yakınlaşmasını insanlarının bedenlerinin yakınlaşması türünden olduğunu sanırlar.”[30]

Mus’ab KÖYLÜOĞLU



[1] Buhari-mevakid 16 , Müslim
[2] Buhari- megazim 61 ,Müslim- zekat
[3] Ebu Davut – tıp , Ahmed 4/21
[4] Buhari-tevhid ,Müslim-tevbe
[5] Tirmizi- Ebu Davut- Ahmed
[6] Ebu Davut 2/462
[7] Buhari –teheccüd 590
[8] Buhari-mevakit, Müslim-mesacid
[9] Ebu Davut- sünnet
[10] Buhari- Tevhid
[11] Ahmed
[12]İbn Mace –zühd
[13] Hayatüssahabe
[14] Müslim, Ebu Davud
[15] Ebu Dâvud, Tirmizi, Ahmed sahih bir senetle rivayet etmişlerdir.
[16] el-Fıkhu’l-Ebsat
[17] el-Esma ve’s-Sıfat
[18] Ebu Dâvud, Mesailu’l –İmam Ahmed
[19] ZEHEBİ-ULUV
[20] İstiva risalesi -131-İbn Teymiyye
[21] İstiva risalesi -191- İbn Teymiyye
[22] Tirmizi-tefsir, İbn Mace
[23] Ahmed 2/26 – Ebu Davut – İbn Mace
[24] Buhari- Cuma
[25]İstiva risalesi –İbn Teymiyye
[26] İstiva risalesi İbn Teymiyye 203-205
[27] Al-i İmran 3/7
[28] Kaf 50/16
[29] Buhari-tevhid, Müslim-zikir, Tirmizi
[30] İstiva risalesi -139- İbn Teymiyye

6 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.

VASIF VE ETİKETE DUYULAN GÜVEN

Her konunun hem alimi hem de cahilinin olması doğaldır.Dinimizin de ilmi alanda üst seviyeye ulaşmış alimleri arasında bu ümmete dinin anlaşılmasında ışık tutanları da olmuştur, dalalete sürükleyenleri de.
   Halk arasında alim veya profesör denilince şer’i olsun, beşeri olsun her şeye vakıf olduğu fikri hakimdir.Örneğin; hadis dalında kendini yetiştirmiş bir insan yetiştiği dalda alimdir ama fıkıhta alim olmayabilir. Yani bir çok dalda kendini yetiştirmiş de olsa  her şeyin alimi olmak pek mümkün değildir.
    İnsanlar arasında herhangi bir vasıf ve etiket sahibi olmuş kişiler hakkında da ifrat ve tefrite gidilerek; Şeyh, Profesör, doçent v.b. vasıflara sahip insanlar dinde hata yapabilecekleri düşünülmeksizin otorite kabul edilmiştir.
    Gerekli ilmi tahsil ettiği halde bu vasıfları taşımayan insanlar doğruyu da söyleseler sen kimsin ki böyle düşünebiliyorsun yada o kadar alim, profesör anlamadı da sen mi anladın aşağılamasıyla karşılaşmışlardır.
    Otorite kabul edilen bu insanlar hata yaparak amelde etseler bu ifrat ve tefrit nedeniyle sebep oldukları bidat ve hurafeler dindenmiş gibi kabul edilerek yayılıp gitmiştir.
    Bu sebeple ümmet içinde çok önemli yer edinmiş bazı alimlerin kitaplarında  muhaddislerin tetkikleriyle inanılmayacak kadar uydurma hadis olduğu tespit edildiği halde, hadis kitaplarında izine bile rastlanmadığı halde uydurma hadisler yayılıp gitmiştir. Bu insanların vasıf ve etiketleri nedeniyle insanlar arasında saygı gösterilen bir konumları olduğu için yazdıkları kitapları sorgulama cesareti gösterilememiş, sorgulayanlar ise sapık ilan edilmiş ve  “onlar anlamadı da sen mi anladın” sorusu ile daima karşılaşmışlardır.
    Birde Allah (c.c.) katında insanlar tarafından tayin edilen makam ve etiketler var ki bu konu gerçekten büyük bir tahribata neden olmuştur. Seçmek ve tayin etmek Allah’a aittir. Vahiy de kesilmiştir. Dolayısıyla insanların durumunu ancak Allah bilir.
    Allah (c.c.)  buyuruyor ki; “Rabbin dilediği şeyi yaratır ve seçer”[1]
    “Onlar onun kullarından niteledikleri ve yarattıklarından seçtikleridir.Bu seçme Allah’ın hikmetine,kimin seçilmeye daha uygun(ehil) olduğunu bilmesine dayanır.”[2]
    Allah (c.c) Gökleri içinde arş’ı seçmesi, cennetler içerisinde Firdevs cennetini, Melekleri içerisinde Cebrail Mikâil ve İsrafil’i seçmesi, yeryüzünde Kabe’yi seçmesi, ümmetler içerisin-de Hz. Peygamberin ümmetini seçmesi de bu kabildendir. Ve bunları Kur’an’da kullarına bildirmiştir. İnsanların Allah (c.c.) katında nerede olduğu bildirilmemiş kişiler hakkında onların vasfını, makamını seçmesi, yetki vermesi hem büyük bir iddiada bulunmak hem de haddini bilmezliktir. Kulların görevi seçmek, tayin etmek ve makam vermek değil emirlere itaat etmektir.
    Böyle bir vasıflandırma yapanlar Allah’tan ilham ile rüya ile haber aldıklarını iddia ederlerse o zaman bizde deriz ki peygamberimiz niye öldükten sonra sadece kur’an ve sünnetini bıraktığını söylüyor. Derdi ki bununla beraber “ümmetim içinde öyle şahıslar olacak ki onlara Allah ilham edecek dininizi onlardan öğrenin ve onlara sımsıkı yapışın.” O zaman da her kafadan bir ses çıkar ve  bana ilham oldu ki deyip dinde yeni bir şey icat etmeye kalkışırdı.
    “Ebu Bekre (r.a.)’den rivayete göre Nebi (s.a.v.) huzurunda bir kimsenin adı anılmıştı orada bulunanlardan bir kişi adı geçen kişiyi hayır ile anmış ve aşırı mübalağalı övmüştü bunun üzerine Resulü Ekrem ona:
     “vay sana yazıklar olsun sen dostunun boynunu kopardın dedi ve bu merhamet ifade eden sözünü birkaç kere tekrarladı sonra eğer sizin biriniz bir dostunu medh mevkiinde bulunursa öyle sanırım ki o şöyle iyidir böyle iyidir desin ve bu sözünü methettiği adamın methettiği sıfatlarla muttasıf olduğunu bilerek söylesin (iç yüzünü ise) Allah bilir ve ameline göre muhasebe eder. Binaenaleyh sizin biriniz Allah’ı şahit tutarak hiçbir kimseyi tezkiye ve methetmesin buyurdu.”[3] 
        Ümmetin hastalıklarından biri olan yüceltmenin ne boyutlara ulaştığını görmek için şu örneklerdeki yüceltmeler yeterli olacaktır.
        Şeyh Muhammed el-üveysi el Buhari hakkında:
        “Sığınağımız,akan feyzin sahibi”
        Arif-i Rivegeri hakkında:
       “Beşer perdesinden sıyrılmış.”[4]
        İmam Rabbani hakkında:
       “Allah’ın ezeli kuvveti ve kudreti üzerinde tecelli etmiş gavs (yardıma koşan).”
        Muhammed Diyauddin hakkında:
       “İslam’ın ve Müslümanların kuvveti göklerin ışığı,bütün miskinleri esirgeyici”[5] 
        Gavsul Azam(yardıma koşan),kutbul aktap (Allah’a ulaşmışların kutuplarının kutbu), kutbul Hakkani, Gasüssakaleyn (insan ve cinlerin Gavsı), Zülcenaheyn (zâhir ve ledün ilimlerinin sahibi, çift kanatlı), kamili mükemmil. 9  gibi daha bir çok örneğini verebiliriz. Ancak konunun dağılmaması için bu kadar misal yeterlidir. Bazı vasıflar vardır ki insanın çalışıp tahsil etmesi ile kazanılır ve bunun sonunda o insanda var olan ilme göre isimlendirilirler. (Mühendis, doktor,profesör vb. gibi) İnsanlar tarafından (kendisinde o vasıfların olup olmadığını ancak Allah’ın bildiği) vasıflandırılan şahıslar vardır ki; bunların durumu elde bulunan somut verilerle değil tamamen rüyaya dayalı zan ile izah edilmektedir.
        Makam ve vasıf tayin edilen insanlar hakkında teşbihte hata olmazsa şöyle bir olay örnek verelim;
        “Kul Ahmet’in bir işi vardır ki devletin önemli mevkilerinde bulunan bir adam (torpil) bulamazsa o işini yapamayacak. Ve düşünmeye başlar etkili ve yetkili birini nasıl bulurum diye.O sırada birisi derki “filan kişi başbakanın yakınıdır,arası çok iyi,onu geri çevirmez veya samimi arkadaşı o sana yardımcı olur.” Bunun üzerine kul Ahmet gelir derki “kardeşim benim şöyle, şöyle bir işim var sende başbakanın yakın arkadaşıymışsın bir ilgilensen de işimizi halletsek” Bu durumda yardım istenilenin eğer böyle bir yakınlığı varsa (eğer isterse) yardım etmeye çalışacağını söyler. Böyle bir yakınlığı yoksa derki “Kardeşim sana bunu kim söylemişse böyle bir şeyin  aslı yok. Ne ben başbakanı tanırım ne de bir yakınlığım vardır” 
         Eğer bu insan böyle bir yakınlığı olmadığı halde tamam sana yardımcı olacağım derse veya susarsa  itibar ve saygı görmek için bunu yapıyor demektir.
        Burada şu akla gelir;
        Allah’a yakınlığı iddia edilen onun katında  naz makamında olduğu, Gavs, Kutup, v.b. gibi makamlarda olduğu insanlar tarafından söylenen zat’larında tevazu gösterip reddetmesi gerekmez mi?  Diyelim ki; reddediyorlar bu tür vasıflandırmaların olduğu kendi bilgileri dahilinde çıkarılan kitaplara ve çalışmalara engel olmaları gerekmez mi idi? Tabi burada bu dünyadan göçüp gidenleri ayırmak lazım çünkü buna güçleri yetmez.
Enes bin Mâlik (r.a.)’den rivayete göre;
        Biz Beni Amir heyeti olarak Resulullah’a gittik ve sen bizim büyüğümüzsün dedik Hz. Peygamber “Büyük olan Allah’tır” dedi biz “sen fazilet bakımından bizim en üstünümüzsün vermek bakımından bizim ileride olanımızsın” dedik peygamber “sakın fazla ileri gidip de şeytanın elçileri olmayınız.”[6] buyurdu. 
         “Hz. Peygamber Allah’ın bana verdiğinden fazlasını söyleyip beni yüceltmenizi istemiyorum. Ben Muhammed bin Abdullah’ım Allah’ın kulu ve Resulüyüm” dedi[7]
        Hz. Peygamberin sünnetine tâbi olduğunu ,nefis terbiyesi yaptıklarını iddia eden insanlarda ondaki tevâzünün maalesef çok azına rastlanmaktadır.
        Kur’an’dan başka her kitap hataya açıktır. Peygamberler bile hata yapabilir ancak onlar mahfuzdurlar. Bunun dışında her insan hataya açıktır sorgulanabilir. Azaptan da emin değildir.
        Bir kitapla bir fikirle karşılaşıldığında Kur’an ve sünnet terazisine vurulmalı, ona göre değerlendirilmeli kitabın yazarının yada fikir beyan eden kişinin vasfına (etiketine) değil söylediği sözün yada yazdıklarının doğru olup, olmadığına bakılmalıdır.
      
Mus'ab KÖYLÜOĞLU
 
[1] Kasas 28/ 68
[2] ibni Kayyum el cevzi  zadül mead
[3] Buhari 140  cilt 12
[4] Tarikatlardaki Hatmei hacegan meclislerinde yapılan duada geçer
[5] Tarikatlardaki Hatmei hacegan meclislerinde yapılan duada geçer
[6]  Ebu Davud (Mutarrif)
[7]  Enes bin Malik’den – cem’ul fevaid.

1 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.

İMAN VE İHLAS


   İHLAS: Kulun, fiillerinde, sözlerinde ve niyetlerinde Allah’a karşı kulluğunu samimi bir şekilde ortaya koymasıdır.
   İMAN: Manası hakkında alimlerin üzerinde ittifak ettiklerine göre, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Cebrail İsmindeki melek aracılığı ile Allah’tan aldığı bilgilerin doğruluğuna istisnasız kesin bir imanla, dil ile ikrar ve kalp ile tasdik edip, azalar ile ihlaslı bir şekilde amel etmektir. Bu şekilde iman eden kimselere de mü’min denir.
Rabbimizin kur’an da iman ve ihlas ile ilgili ayetlerinden birkaç tanesini zikredelim.
  “İnsanlar "îmân ettik" demeleriyle bırakılacaklarını, ve kendilerinin imtihan edilmeyeceklerini mi sanıverdiler.” [1]
   Yani sadece tamam bizde iman ediyoruz demekle bu işin bitmediği ve bunun ihlasla yapılmış ameller ile ispat edilmesi gerektiği bildirilmektedir. Dinde hiçbir kimseyi zorla iman ettirme yetkisi ve gücü kimseye verilmemiştir. Ancak iman ettiğini söyleyen de iman sözleşmesinin tabiri caiz ise altına imza atarken Allah’tan başka bütün sahte ilahları reddettiğini ve hayatının her safhasını da düzene koyacak olan emir koyucunun ancak Allah olduğunu ve onun peygamberi Hz. Muhammed’in de kendisi için örnek alınacak yegane insan olduğunu kabul etmektedir. Bu kimseye zorla yaptırılmıyor. Sadece insanın kendi iradesi ile kabul edeceği bir sözleşmedir. Şayet bu sözleşmenin altına imza atmışsanız; o halde sözleşmede geçenlere uymak zorundasınız. Yani bir tercih yapmak durumundasınız. Ya iman edip gereğini yapmaya çalışmak yada inkar edip gereğini yapmaya çalışmak daha samimi bir davranış olacaktır.
   Bir taraftan Müslüman’ım diyeceksiniz diğer taraftan kafirler gibi yaşayacaksınız. Bir taraftan ancak Allah’a iman edip, ona dayandığınızı, ona güvendiğinizi söyleyeceksiniz, diğer taraftan tağutlardan ve sahte ilahlardan korkup, onlardan medet umacaksınız. Bu çok yaman bir çelişki olacaktır. O halde Müslüman gerçekten iman ediyorsa bunun gereğini yaparak tercihini ortaya koymalıdır.
   “De ki: Benim namazım, ibâdetlerim ve diriliğim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ içindir.” [2]
   “De ki: Ben dinimde ihlâs ile ancak Allah'a ibadet ederim.” [3]
   “Deki: Sizin ibadetiniz olmayınca Rabbim size ne kıymet verir.” [4]
   Allah’a ibadet etmeyip de bende Müslüman’ım diyerek kendilerini avutanlar hiç düşünmüyorlar mı acaba bu ayete muhatap olduklarını? Oysa mü’minlerin vasıflarını kur’an da tek tek saymaktadır.
   “Öyle mümîn kimseler ki: Namazı doğruca kılarlar ve zekâtı verirler ve onlar ahirete de evet onlar kat'i surette inanırlar.” [5]
   “De ki: Benim, Rabbim adâletle emretmiştir. Ve her secde yerinde yüzlerinizi doğru tutunuz ve dini yalnız Allah'a has kılarak ibâdette bulununuz. Sizi ilkin yarattığı gibi yine ona döneceksinizdir.” [6]
   “Onlar tövbe edenlerdir, ibadette bulunanlardır, hamd edenlerdir, oruç tutanlardır, rukû'a, secdeye varanlardır, iyilik ile emir ve kötülükten alıkoyanlardır ve Allah Teâlâ'nın sınırlarını koruyanlardır. İşte o mü’minleri müjdele.” [7]
   “Onlar, sabır edicilerdir, sadıktırlar, ibâdetlere devam edenlerdir, infak edenlerdir, seher vakitlerinde de istiğfarda bulunanlardır.” [8]
   “Muhakkak o kimseler ki, onlar Rablerinin korkusundan dolayı daima korku üzere bulunur kimselerdir.” [9] 
   “Ve o kimseler ki, onlar Rablerine ortak koşmazlar.” [10]
   Bu kadar delil kimlerin ihlas ile iman ettiği hakkında gayet açık bir şekilde konuyu izah etmektedir. İman ettiğini söyleyip ayetlerde geçen vasıfları taşımayanlar nasıl olurda mü’min olabilir ki?
     Bazı alimler Allah'ın (c.c.) ayetlerini tevil ederek Müslümanların iman, ihlas ve amel hususundaki itikatlerinin bozulmasına neden olmuşlardır. Çünkü sadece dili ile ikrar edip, kalbi ile tasdik etmeyi iman etmek için yeterli görerek Müslüman olduğunu ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ümmet olduğunu düşünen insanlar amellerde gevşeklik göstermişlerdir.
    Bir hususta dili ile inandığını söyleyip, kalbi ile tasdik etmediği sezilen birisine ameliyle bunu ispat etmedikçe itibar edilmez.
  Örneğin borcunu ödeyeceğini dili ile söyleyen birisinin kalbinden geçenin ne olduğu bilinemeyeceğinden ameline yani borcunu ödeyip, ödemediğine bakılarak itibar edilir ve bir dahaki borçlanmada bu ameline bakılarak borcunu ödeme hususundaki samimiyeti anlaşılır ve ona göre sözü itibar görür.
    Örneğin, kelime-i Tevhidi söyleyip, kalbi ile tasdik eden; çek yazıp altını imzalayarak ciro eden gibidir. Ancak bu çekin karşılığı olan para yatırılmaz ise çek karşılıksız çıkacağı için üzerinde isterse trilyonlarca lira yazsın hiçbir mana ifade etmeyecektir.
Bu misalde olduğu gibi iman ettiğini dili ile söyleyip, kalbi ile tasdik eden kişi amel etmezse bu imanı içi boş sözlerden öteye gitmediği için hakiki manada iman etmiş olmaz. Karşılıksız çek gibi muamele görür.
   Ayrıca amelin de Allah katında gerçek değerine ulaşması için sırf Allah rızası umularak yapılması gerekmektedir.
   Misal verecek olursak; dili ile söyleyip, kalbi ile iman ederek namazını kılan kimse amel de etmiştir. Ancak gösteriş için kılınırsa namaz ihlassız, sırf Allah için yapılmayan bir ibadet haline gelir.
   İman Müslümanlarca eksik olarak öğrenilip, gerektiği gibi amel edilmeyince maalesef adına Müslüman denilen ancak imanın gırtlaklarından aşağıya inmediği kuru kalabalıklar ortaya çıkmıştır. Bu hususta Müslümanlar imanı yıllarca sadece dil ile ikrar ve kalp ile tasdik olarak öğrendiklerinden, amel etmeden kelime-i Tevhidi sadece dili ile söyleyip, kalbi ile tasdik ettiğini düşünerek imansız olmadığını,sadece günahkar olduğunu düşünüp, amele gereken önemi göstermemiştir. Şayet imanın amel ile tamamlanacağının tersine bir kapı kendisine açılmasaydı elbette bu kadar rahat davranıp, bende Elhamdulillah Müslüman’ım diye kendini savunamazdı.
   Bu durumun neticesi amelsiz ve dinden habersiz olup da, Müslüman olduğunu iddia eden insanlar ortaya çıkmıştır. Hatta Müslüman olduğunu söyleyip, Allah’ın dinine düşmanlık eden, Müslümanlara tuzak kur’an, onları aldatmak için pusuya yatan insanlar bile türemiştir. Bu ortaya çıkan tabloda ne Müslüman olduğu belli, ne münafık olduğu belli ve nede kafir olduğu belli olmayan bir karmaşa ortamı görülmektedir.
   Peygamberimiz ve sahabenin imanının gerekliliğini şöyle izah edelim: Bir çay düşünün tepelerden akıp gelerek size doğru geldiğini. Sizde bu sudan faydalanmak istiyorsunuz. Ancak su temiz mi? Yoksa kirli mi?, içilebilir mi? İçilemez mi? Bilmiyorsunuz. Bu durumda her insan gibi suyun nerden geldiğini anlamak için kaynağını araştırmaya başlar ve suyun kaynağına ulaşınca kendinizden emin bir şekilde rahatça suyunu içersiniz. Şayet suyun kaynağını araştırmadan, nereden geldiğine, temiz olup, olmadığına bakmadan bu suyu kaynağından değil de daha aşağılardan içerseniz; bu suya, size gelinceye kadar yolda bulaşma ihtimali çok yüksek pislikleri de içersiniz, hastalanırsınız ve hatta ölebilirsiniz. İşte Allah rasulü ve sahabenin itikadı içilecek suyun kaynağıdır. Bütün Müslümanlar şayet sadece bu kaynaktan beslenmiş olsalardı elbette bu günkü gibi ayrılıklar, tefrikalar, ve kargaşalar olmayacaktı.
   “Ümmetin evveli yani ilki olan Selefi Salih’in akidesi Müslüman’ı doğrudan yüce Allah’a ve onun Resulüne bağlar. Onlara sevgi ile bağlar ve onlara tazime iter. Allah ve Resulünün önüne geçmemeyi öğretir. Çünkü onların akidesinin (imanının) esası heva ve şüphelerin oyuncağı olmaktan uzak bir şekilde “Allah buyurdu, Resulullah buyurdu” tavrıdır. Felsefe, mantık, akılcılık gibi yabancı etkilerden ve başka bir takım kaynakların yönlendirmesinden uzaktır.” [11]
   “Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra peygambere karşı gelir, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir.” [12]
    İman ve ihlas’ın bozuk yerleşmesi yada Müslümanların iman, amel ve ihlas noktasında saptığı yanlış yollar nedeniyle adına Müslüman denilen, neye nasıl iman etmesi gerektiğini bilmeyen, güçsüz, amaçsız, bölük bölük parçalanmış, dünyaya dört elle sarılan, parayı kendine ilah edinmiş, birbirini sevmeyen, Müslümanlar ortaya çıkmış, ve bunun neticesinde de anarşinin ve cahiliyenin her türlü meziyetinin bulunduğu bir toplum meydana gelmiştir.
   Bu husus da İslam’dan uzaklaşma nedenleri arasında ilk sırayı almıştır.

Mus'ab KÖYLÜOĞLU



[1] Ankebut 29/2
[2] En’am 6/162
[3] Zümer 39/14
[4] Furkan 25/77
[5] Neml 27/3
[6] Araf 7/29
[7] Tevbe 9/112
[8] Al-i İmran 3/17
[9] Mü’minun 23/57
[10] Mü’minun 23/59
[11] Abdulhamid el-Eseri Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat Akidesi.
[12] Nisa 4/115

2 yorum:

Yorum Gönder

Lütfen Müslümana yakışmayan küfür içerikli yorumlar yapmayınız.