KONUYLA İLGİLİ BAZI AYETLER
“ Pâk söz ona yükselir, güzel ameli de O yükseltir” Fatır 35/10
“Emin mi oldunuz o gökte olanın üzerinize taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden?” Mülk 67/17
"Sonra bütün bu işler, sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde Ona yükselir." Secde 32/5
“Muhakkak ki. Rabbiniz o Allah Teâlâ'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arş üzerine istiva buyurdu.” Yunus 10/3 – Araf 7/54 - Rad 13/2
“ Ve Firavun dedi ki: Ey Hâman!. Benim için bir yüksek köşk yap, Belki, ben yollara ulaşırım. Göklerin yollarına ererim de Mûsa'nın Allah'ını görürüm ve şüphe yok ki, ben O'nu bir yalancı sanıyorum.” Mü’min 40/36-37
"Melekler ve Rûh, Onun Arşına; miktarı elli bin sene olan bir günde yükselirler." Mearic 70/4
“Rahman arş’a istiva etti” Taha 20/5
“o (Kur’an) Hakîm ve Hamîd tarafından indirilmiştir.” Fussilet 41/42
“ En üstte olan Rabbini adını tesbih et” A’la 87/1
“Deki: Kur-an’ı Ruhul Kudüs (Cebrail) Rabbinin katında indirmiştir.” Nahl 16/102
“Üstlerinde olan Rablerinden korkarlar.” Nahl 16/50
 
        KONUYLA İLGİLİ BAZI HADİSİ ŞERİFLER
        1- Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.v.) İsra ve Miraç hakkında ashabına haber verdiği hadisi şerifte uzunca geçen olaylardan bahsetmektedir. Ancak konumuzla ilgili olan kısmı:
        a) Burak adında bir binit ile göğe yükselmesi ve Cebrail (a.s.) ile birlikte âli makamlara çıkmak üzere merdivene bindirildiğini ve onunla birlikte yükseldiğini sırasıyla dünya semasına, oradan birinci, ikinci, üçüncü derken yedinci kat gökten sonra sidre-i münteheya çıktığını haber vermiştir.
        b) Kendisine ikramda bulunulduktan sonra 50 vakit namaz emredildiğini, dönerkende Musa (a.s.)’a uğradığını ve onunda ne ile emrolundun? diye sorduğunu ve kendisinin de 50 vakit namazla emrolundum demesi üzerine Musa (a.s.) “her gün 50 vakit namaza ümmetinin gücü yetmez.” dediğini ve tekrar Rabbine müracaat ettiğini dönüşte tekrar Musa (a.s.)’a uğraması ve bu gelip gitmeler neticesinde namazın 5 vakte indirilmesi hadisesi. [1]
        2- “Gökte olanın emini olduğum halde bana güvenmeyecek misiniz? Bana göğün haberleri sabah akşam gelir.” [2]
        3- “Ey gökte olan Allah, Ey Rabbim, ismin mukaddestir. Emrin ve işin gökte ve yerdedir.Rahmetin göktedir. Onu yere lütfet, günahlarımızı, hatalarımızı bağışla. Sen iyilerin Rabbi; rahmetinden bir rahmet indir. Bu ağrıya şifalardan bir şifa indir.”[3]
         4- “Allah mahlukatı yaratınca Arş’ın üzerinde yanına konulmuş bir kitaba rahmetim gazabımı geçti yazmıştır.” [4]
        5- “Allah haya sahibidir, yüce ve cömerttir. Kul kendisine el açtığı, ellerini göğe kaldırdığı zaman onun elini boş çevirmekten haya eder.”[5]
         6- Cabir bin Abdillah (r.a)’den gelen rivayetle veda hutbesinde “Tebliğ ettim mi ?” buyuruyor. Sahabe de evet diyorlardı. Bunun üzerine parmağını göğe kaldırıyor, sonra onlara çeviriyor, Allah’ım şahit ol buyuruyor ve defalarca tekrar ediyordu.” [6]
          7- “ Allah’ın her gece son üçte biri kaldığında dünya semasına indiği, elini açarak var mı bir isteyen?” buyurması [7]
         8-Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Her gün) birtakım melâike geceleyin, diğer takım melâike de gündüzün yekdiğeri müteakip size gel(ip içinizde kal)ırlar. Bunlar sabah ile ikindi namazlarında buluştukdan sonra (evvelce) içinizde kalmış olanlar semâya rucu ederler. Rabları (Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri namaz kılmış kullarının) hallerine a'lem iken (yine o meleklere: "Kullarımı ne halde bıraktınız?" diye sorar. Onlar da: "Onları namaz kılarken bıraktık. Nitekim namaz kılarlarken bulmuştuk." cevâbını verirler.[8]
    9- “Yazıklar olsun sana Allah’ın ne demek olduğunu bilmiyor musun? Allah’la kullarının hiçbirinden şefaat istenilmez. Allah’ın (c.c.) şanı bundan yücedir. Allah arş’ı üzeredir, işte böyle (diyerek parmaklarını kubbe gibi yaptı) [9]
    10- Zeynep (r.a.) Rasulullah’ın diğer hanımlarına karşı övünür ve “sizleri aileniz evlendirdi. Beni ise, yedi göğün yukarısından Allah evlendirdi.” derdi. [10]
    11- Süreyc b. En-Numan haber verdi ve dedi ki; Malik b. Enes’i işittim şöyle diyordu: “Allah göktedir. İlmi ise her yerdedir. İlminin olmadığı bir yer yoktur.”[11]
    12- Ruhun kabzı ile ilgili hadiste “….nihayet Allah’ın bulunduğu göğe o ruhu götürür.” [12]
  13- Hz. Peygamber vefat ettiğinde Ebubekir Sıddîk “Ey insanlar! Eğer siz Muhammed’e tapıyorsanız biliniz ki o vefat etmiştir. Yok eğer gökte olan ilaha tapıyorsanız. O vefat etmemiştir” dedi ve sonra da “Muhammed sadece bir peygamberdir ve ondan önce de (nice) peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse topuklarınız üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim topukları üzerinde geriye dönerse (bilsin ki) o Allah’a hiç bir zarar veremez! Muhakkak Allah şükredenlerin mükafaatını verecektir!” (Âl-imran/144) âyet-i kerimesini okudu.[13]
  14- Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem câriye’ye: “Allah nerede” diye sormuş, câriye: "Semâdadır", diye cevap vermiş. Bu sefer: “Ben kimim?” diye sormuş, câriye yine: “Sen Allah’ın Rasûlüsün” deyince, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Sen bunu azad et, çünkü o mü’min birisidir”demiştir. [14]
    15- Rasûlullah-sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Merhametli olanlara, Rahmân olan Allah Teâlâ da merhamet eder. Dünya ehline merhamet edin ki, semâdaki Rahmân olan Allah Teâlâ da size merhamet etsin.”[15]
     
    BAZI ALİMLERİN GÖRÜŞLERİ
    1- İmam Ebu Hanife Allah ona rahmet etsin şöyle buyurmuştur: “Her kim, Rabbim gökte mi yoksa yerde midir? bilmiyorum’ derse kâfir olur."
    Yine: ‘O, arşının üzerindedir. Fakat arş gökte midir, yerde midir bilmiyorum’ diyen kimse de kâfir olmuştur.” [16]
    “Allah Teâlâ göktedir, yerde değil.”
Kendisine: “O sizinle beraberdir” (Hadid Sûresi: 4) âyetini hatırlatan adama:
    Bu, senin bir adama mektup yazıp onunla beraber olduğunu söylemen gibidir. Halbuki sen onun yanında değilsin.” dedi. [17]
    2- İmam Mâlik Allah ona rahmet etsin şöyle buyurmuştur: “Allah semâdadır. İlmi ise her yerde’ derdi.” [18]
    3- İmam Şafii Allah ona rahmet etsin şöyle buyurmuştur: “İmam Mâlik, Süfyan ve onlardan başka Ehli Sünnet önderlerinden gördüğüm ve benim de üzerinde olduğum hak olan söz şudur; Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed sallallahu aleyhi vessellem’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet edip, Allah Teâlâ'nın da semâsında arşının üzerinde olduğunu, istediği gibi kullarına yaklaşıp ve istediği gibi de dünya semâsına indiğini ikrar etmektir.”[19]
    4- İbn Teymiyye – Allah ona rahmet etsin söyle buyurdu : “Allah zatıyla her yerdedir diyenler Kur-an’a, sünnete ve ümmetin selefi ile imamlarının icmaına muhalefet etmekle birlikte Allah’ın kullarının üzerinde yarattığı fıtrata, sâlih akla ve bir çok delile muhalefet etmektedirler.”[20]
    5- Sevri, Malik, ibn uyeyne, Hammad ibn Selame, Hammad ibn Zeyd, İbnü’l Mübarek, Fudayl ibn İyad, Ahmad, İshak, Abdulkadir el cili, Şeyhül İslam el-Ensari Ebu’l Abbas et-Turuki ve sayısını ancak Allah’ın bildiği bir çok İslam alimi ve imamı yüce Allah’ın bizâtihi arş’ı üstünde ve ilminin her yerde olduğunda görüş birliği etmişlerdir. [21]
   
    GÖK VE ARŞ
    "Allah Odur ki gökleri, sizin de görüp durduğunuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arşı üzerine istiva etti." Rad 13/2
    “Derken, iki gün içinde, gökleri yedi kat olarak şekillendirdi ve her bir göğe kendisine ait işi vahyetti. Biz dünya semasını kandillerle, yıldızlarla süsledik, bozulup yıkılmaktan koruduk.” Fussilet 41/12
    “Üstünüzde yedi sağlam gök bina ettik.” Nebe 78/12
    Ebu Razin der ki; Ya Rasulallah Rabbimiz gökleri yaratmadan önce nerede idi ? dedim buyurdu ki: “Altında da, üstünde de hava olmayan ama’da idi sonra Arş’ını su üzerinde yarattı.” [22]
     “ Dünya seması ile onu takip eden sema arası beş yüz senedir. Her sema arası beş yüz senedir. Arş su üzerindedir. Allah ise arş üzerindedir ve O sizin ne halde olduğunuzu bilir.”[23]
    “Şüphesiz Allah (c.c.) arş’ı üzerindedir. Arş’ı da yerin ve göklerin üzerinde şu şekildedir. Diyerek parmaklarını kubbe gibi birleştirdi.” [24]
 
    S O N U Ç
    1- İmân’ın en öncelikli meselesi olan Allah inancının peygamber tarafından muallakta bırakılması peygamberin “sizi gecesi ile gündüzü apaydın bir yol üzere bıraktım” sözüne ters düşer. Şayet Peygamberimiz o dönemin insanlarına getirmiş olduğu dinin emirlerini buyuran Allah’ın nasıl bir Allah olduğunu ve nerede olduğunu bildirmemiş ve bu konuyu netleştirmemiş olsaydı kendisi sağ iken ve vefat edince sahabe arasında bu konuda bir çok ihtilaf çıkardı. Ancak sahabe arasında böyle bir ihtilaf olmamıştır. Ayrıca Allah’ı bilmek dinin temeli ve hidayetin esasıdır.
    2- Yukarda geçen birçok ayet ve hadislere göre Allah’ın gökte ve arş’ı üzerinde olduğu hakkında hiçbir şüphe yoktur. Ancak keyfiyeti hakkında yorum yapmak bid’attir. Çünkü Peygamberimiz ve sahabe keyfiyeti hakkında yorum yapmamışlar, lafza inanıp manayı Allah’a havale etmişlerdir.
    3- “Mekandan münezzehtir.” veya“ Allah her yerdedir.” gibi cümleler Kur-an’da geçmemiş ve ne peygamberimizden, nede sahabe tarafından naklolmamıştır. Şayet bu doğru olsaydı; Yukarda geçen hadislere göre Peygamberimiz yüce Rabbimize mekan tayin etmekte ve (haşa) küfre düşmektedir. Bu görüşün ne kadar da ahmakça ve çürük bir görüş olduğu akıl sahipleri için gayet açıktır.
    4- Allah inancının bu kadar karmaşık hale sokulmasının en önemli nedenlerinin başında felsefeye aşırı şekilde dalan insanların basit ifadelerden bile değişik manalar çıkarmaya çalışmalarıdır. Felsefi alandaki sapık fikirli insanların karıştırdığı kafa yapılarıyla Rabbimizi öyle bir anlattılar ki; sahabe-i kiram bile gelse her halde bir şey anlayamazdı. Onlar çaba sarf ettikçe Allah zihinlerini karıştırdı. Oysa peygamberimize ashabının, Allah’ın gökte olmasının zâtıyla mı? Yoksa sıfatlarıyla mı? Diye soru sorduklarına dair bir rivayet bulunmamaktadır. Çünkü bu mesele soru sormaya gerek kalmayacak şekilde açık olarak anlaşılmaktadır.
    “O zahirdir,(her şeyin üstündedir) batındır, ilmiyle her şeyi kuşatır.” Hadid 57/3 ayeti kerimesi zâtının gökte, ilminin ise her yerde olduğuna delildir. Çünkü ayette Allah her şeyi kuşattı demiyor ki; İlmi her şeyi kuşattı diyor.
     İbn Teymiyye şöyle der: “Zat ve mahiyet kadim ve muhdes diye ikiye ayrılıp, Rabbinin mahiyeti zâtının aynısı (kendisidir).”[25]
     “Ehli sünnet ve cemaatin görüşü yüce Allah’ın sıfatlarının gerçek olduğudur. Hatta kemal sıfatları onun zâtının bir gereğidir. Lâzimi kemal sıfatları olmadan zâtının sübutu imkansızdır. Hatta sıfatları bulunmayan bir zât’ın gerçeklik kazanması mümkün değildir. [26]
    Allah göktedir ama zatı her yerdedir gibi bir ifade naklolmadığı gibi, bunun bu şekilde anlaşılması ne akla nede mantığa sığmaz.
    5- Felsefecilerin ve filozofların ümmeti sürükledikleri kelime ve kavram kargaşasına karşı İslam’ın cevap verecek elbette delilleri vardır. Ve bu meseleleri delilleriyle izah etmek tevil değildir. Ancak Allah ve Rasulünün izâhatı dışında konunun mahiyeti hakkında yorum yapmak tevil ve bidattir. Şayet bu akımlara İslam’ın gerekli ve yeterli izahı olmasaydı bu dinin müntesiplerinin de kalbi mutmain olmazdı.
    6- “O Yüce Mabud ki, senin üzerine Kurânı indirdi. Ondan bir kısmı muhkem âyetlerdir ki, onlar o kitabın aslıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbih âyetlerdir. Artık kalplerinde eğrilik bulunan kimseler fitne aramak ve onu tevil arzusunda bulunmak için o kitaptan müteşâbih olanına tâbi olurlar. Halbuki, onun tevilini Allah Teâlâ'dan başkası bilemez. İlimde rüsuh sâhibi olanlar ise "Biz ona îman ettik, hepsi de Rabbimizin katındandır derler. Bunları tam akıllı zatlardan başkası düşünemez”[27] sahabe-i kiram da ayeti kerimede buyurulduğu gibi davranarak tevil yapmamışlardır.
    7- Rabbimizin sıfatları ile insanların sıfatları arasındaki benzerlik sadece isim benzerliğidir. O yarattıklarına benzemez ve yarattıklarından ayrıdır. O, akla gelen her şeyden, hayalde canlandırılan her şeyden münezzehtir. Çünkü ayette “ Değil O’na benzer, benzer gibi olan bile yoktur. O, işiticidir, görücüdür.” Şura 42/11 buyurulmaktadır.
     8- Allah’ın kullarına yakın olması, kullarıyla beraber olması; O’nun kullarını her an görmesi ve her hallerini bilmesidir.
    “ Korkmayın ben sizinle beraberim, işitiyorum ve görüyorum” Nahl 16/128
    Allah (c.c.) nerede olursanız olun sizin yanınızdayım demiyor ki, sizinle beraberim buyuruyor. Yani beraberinde olmakla yanında olmak tabiri farklı manalar ifade eder. Çünkü beraberinde olmak bitişiklik olmaksızın bir beraberliktir. Mesela, “Ay ile beraber gece yürüyüş yaptık” diyen birisi hakikatte ay ile yan yana yürüyebilir mi?
     9- Biz ona şah damarından yakınız diye geçen ayette belirtilen yakınlık sağında ve solundaki meleklerin yakınlığıdır. Çünkü ayetin devamında “ onun sağında ve solunda oturan iki alıcı (melek onun yaptıklarını) kaydetmektedir. buyurulmaktadır.[28]
     Allah’ın yakınlığı asla zatının yakınlaşması değildir.
    “Bana bir karış yaklaşana bir arşın yaklaşırım, bir arşın yaklaşana bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene koşarak gelirim.” buyurulmaktadır. [29] Bu hadisi kutside mecazi bir ifade olduğu gayet açıktır. Çünkü bir karış yaklaşmak ve koşarak gelmekten maksat; kulun itaatle Rabbine yaklaşarak rızasını kazanmasıdır. “Rabbine yaklaşmak için vesile ararlar” İsra 17/57 ayet-i kerimesinde buyurulduğu gibi yaklaşmak itaatle onun rızasını celbetmektir.
      “Bazı kimseler yanılgıya düşerek Allah’ın yakınlaşmasını insanlarının bedenlerinin yakınlaşması türünden olduğunu sanırlar.”[30]

Mus’ab KÖYLÜOĞLU



[1] Buhari-mevakid 16 , Müslim
[2] Buhari- megazim 61 ,Müslim- zekat
[3] Ebu Davut – tıp , Ahmed 4/21
[4] Buhari-tevhid ,Müslim-tevbe
[5] Tirmizi- Ebu Davut- Ahmed
[6] Ebu Davut 2/462
[7] Buhari –teheccüd 590
[8] Buhari-mevakit, Müslim-mesacid
[9] Ebu Davut- sünnet
[10] Buhari- Tevhid
[11] Ahmed
[12]İbn Mace –zühd
[13] Hayatüssahabe
[14] Müslim, Ebu Davud
[15] Ebu Dâvud, Tirmizi, Ahmed sahih bir senetle rivayet etmişlerdir.
[16] el-Fıkhu’l-Ebsat
[17] el-Esma ve’s-Sıfat
[18] Ebu Dâvud, Mesailu’l –İmam Ahmed
[19] ZEHEBİ-ULUV
[20] İstiva risalesi -131-İbn Teymiyye
[21] İstiva risalesi -191- İbn Teymiyye
[22] Tirmizi-tefsir, İbn Mace
[23] Ahmed 2/26 – Ebu Davut – İbn Mace
[24] Buhari- Cuma
[25]İstiva risalesi –İbn Teymiyye
[26] İstiva risalesi İbn Teymiyye 203-205
[27] Al-i İmran 3/7
[28] Kaf 50/16
[29] Buhari-tevhid, Müslim-zikir, Tirmizi
[30] İstiva risalesi -139- İbn Teymiyye
Her konunun hem alimi hem de cahilinin olması doğaldır.Dinimizin de ilmi alanda üst seviyeye ulaşmış alimleri arasında bu ümmete dinin anlaşılmasında ışık tutanları da olmuştur, dalalete sürükleyenleri de.
   Halk arasında alim veya profesör denilince şer’i olsun, beşeri olsun her şeye vakıf olduğu fikri hakimdir.Örneğin; hadis dalında kendini yetiştirmiş bir insan yetiştiği dalda alimdir ama fıkıhta alim olmayabilir. Yani bir çok dalda kendini yetiştirmiş de olsa  her şeyin alimi olmak pek mümkün değildir.
    İnsanlar arasında herhangi bir vasıf ve etiket sahibi olmuş kişiler hakkında da ifrat ve tefrite gidilerek; Şeyh, Profesör, doçent v.b. vasıflara sahip insanlar dinde hata yapabilecekleri düşünülmeksizin otorite kabul edilmiştir.
    Gerekli ilmi tahsil ettiği halde bu vasıfları taşımayan insanlar doğruyu da söyleseler sen kimsin ki böyle düşünebiliyorsun yada o kadar alim, profesör anlamadı da sen mi anladın aşağılamasıyla karşılaşmışlardır.
    Otorite kabul edilen bu insanlar hata yaparak amelde etseler bu ifrat ve tefrit nedeniyle sebep oldukları bidat ve hurafeler dindenmiş gibi kabul edilerek yayılıp gitmiştir.
    Bu sebeple ümmet içinde çok önemli yer edinmiş bazı alimlerin kitaplarında  muhaddislerin tetkikleriyle inanılmayacak kadar uydurma hadis olduğu tespit edildiği halde, hadis kitaplarında izine bile rastlanmadığı halde uydurma hadisler yayılıp gitmiştir. Bu insanların vasıf ve etiketleri nedeniyle insanlar arasında saygı gösterilen bir konumları olduğu için yazdıkları kitapları sorgulama cesareti gösterilememiş, sorgulayanlar ise sapık ilan edilmiş ve  “onlar anlamadı da sen mi anladın” sorusu ile daima karşılaşmışlardır.
    Birde Allah (c.c.) katında insanlar tarafından tayin edilen makam ve etiketler var ki bu konu gerçekten büyük bir tahribata neden olmuştur. Seçmek ve tayin etmek Allah’a aittir. Vahiy de kesilmiştir. Dolayısıyla insanların durumunu ancak Allah bilir.
    Allah (c.c.)  buyuruyor ki; “Rabbin dilediği şeyi yaratır ve seçer”[1]
    “Onlar onun kullarından niteledikleri ve yarattıklarından seçtikleridir.Bu seçme Allah’ın hikmetine,kimin seçilmeye daha uygun(ehil) olduğunu bilmesine dayanır.”[2]
    Allah (c.c) Gökleri içinde arş’ı seçmesi, cennetler içerisinde Firdevs cennetini, Melekleri içerisinde Cebrail Mikâil ve İsrafil’i seçmesi, yeryüzünde Kabe’yi seçmesi, ümmetler içerisin-de Hz. Peygamberin ümmetini seçmesi de bu kabildendir. Ve bunları Kur’an’da kullarına bildirmiştir. İnsanların Allah (c.c.) katında nerede olduğu bildirilmemiş kişiler hakkında onların vasfını, makamını seçmesi, yetki vermesi hem büyük bir iddiada bulunmak hem de haddini bilmezliktir. Kulların görevi seçmek, tayin etmek ve makam vermek değil emirlere itaat etmektir.
    Böyle bir vasıflandırma yapanlar Allah’tan ilham ile rüya ile haber aldıklarını iddia ederlerse o zaman bizde deriz ki peygamberimiz niye öldükten sonra sadece kur’an ve sünnetini bıraktığını söylüyor. Derdi ki bununla beraber “ümmetim içinde öyle şahıslar olacak ki onlara Allah ilham edecek dininizi onlardan öğrenin ve onlara sımsıkı yapışın.” O zaman da her kafadan bir ses çıkar ve  bana ilham oldu ki deyip dinde yeni bir şey icat etmeye kalkışırdı.
    “Ebu Bekre (r.a.)’den rivayete göre Nebi (s.a.v.) huzurunda bir kimsenin adı anılmıştı orada bulunanlardan bir kişi adı geçen kişiyi hayır ile anmış ve aşırı mübalağalı övmüştü bunun üzerine Resulü Ekrem ona:
     “vay sana yazıklar olsun sen dostunun boynunu kopardın dedi ve bu merhamet ifade eden sözünü birkaç kere tekrarladı sonra eğer sizin biriniz bir dostunu medh mevkiinde bulunursa öyle sanırım ki o şöyle iyidir böyle iyidir desin ve bu sözünü methettiği adamın methettiği sıfatlarla muttasıf olduğunu bilerek söylesin (iç yüzünü ise) Allah bilir ve ameline göre muhasebe eder. Binaenaleyh sizin biriniz Allah’ı şahit tutarak hiçbir kimseyi tezkiye ve methetmesin buyurdu.”[3] 
        Ümmetin hastalıklarından biri olan yüceltmenin ne boyutlara ulaştığını görmek için şu örneklerdeki yüceltmeler yeterli olacaktır.
        Şeyh Muhammed el-üveysi el Buhari hakkında:
        “Sığınağımız,akan feyzin sahibi”
        Arif-i Rivegeri hakkında:
       “Beşer perdesinden sıyrılmış.”[4]
        İmam Rabbani hakkında:
       “Allah’ın ezeli kuvveti ve kudreti üzerinde tecelli etmiş gavs (yardıma koşan).”
        Muhammed Diyauddin hakkında:
       “İslam’ın ve Müslümanların kuvveti göklerin ışığı,bütün miskinleri esirgeyici”[5] 
        Gavsul Azam(yardıma koşan),kutbul aktap (Allah’a ulaşmışların kutuplarının kutbu), kutbul Hakkani, Gasüssakaleyn (insan ve cinlerin Gavsı), Zülcenaheyn (zâhir ve ledün ilimlerinin sahibi, çift kanatlı), kamili mükemmil. 9  gibi daha bir çok örneğini verebiliriz. Ancak konunun dağılmaması için bu kadar misal yeterlidir. Bazı vasıflar vardır ki insanın çalışıp tahsil etmesi ile kazanılır ve bunun sonunda o insanda var olan ilme göre isimlendirilirler. (Mühendis, doktor,profesör vb. gibi) İnsanlar tarafından (kendisinde o vasıfların olup olmadığını ancak Allah’ın bildiği) vasıflandırılan şahıslar vardır ki; bunların durumu elde bulunan somut verilerle değil tamamen rüyaya dayalı zan ile izah edilmektedir.
        Makam ve vasıf tayin edilen insanlar hakkında teşbihte hata olmazsa şöyle bir olay örnek verelim;
        “Kul Ahmet’in bir işi vardır ki devletin önemli mevkilerinde bulunan bir adam (torpil) bulamazsa o işini yapamayacak. Ve düşünmeye başlar etkili ve yetkili birini nasıl bulurum diye.O sırada birisi derki “filan kişi başbakanın yakınıdır,arası çok iyi,onu geri çevirmez veya samimi arkadaşı o sana yardımcı olur.” Bunun üzerine kul Ahmet gelir derki “kardeşim benim şöyle, şöyle bir işim var sende başbakanın yakın arkadaşıymışsın bir ilgilensen de işimizi halletsek” Bu durumda yardım istenilenin eğer böyle bir yakınlığı varsa (eğer isterse) yardım etmeye çalışacağını söyler. Böyle bir yakınlığı yoksa derki “Kardeşim sana bunu kim söylemişse böyle bir şeyin  aslı yok. Ne ben başbakanı tanırım ne de bir yakınlığım vardır” 
         Eğer bu insan böyle bir yakınlığı olmadığı halde tamam sana yardımcı olacağım derse veya susarsa  itibar ve saygı görmek için bunu yapıyor demektir.
        Burada şu akla gelir;
        Allah’a yakınlığı iddia edilen onun katında  naz makamında olduğu, Gavs, Kutup, v.b. gibi makamlarda olduğu insanlar tarafından söylenen zat’larında tevazu gösterip reddetmesi gerekmez mi?  Diyelim ki; reddediyorlar bu tür vasıflandırmaların olduğu kendi bilgileri dahilinde çıkarılan kitaplara ve çalışmalara engel olmaları gerekmez mi idi? Tabi burada bu dünyadan göçüp gidenleri ayırmak lazım çünkü buna güçleri yetmez.
Enes bin Mâlik (r.a.)’den rivayete göre;
        Biz Beni Amir heyeti olarak Resulullah’a gittik ve sen bizim büyüğümüzsün dedik Hz. Peygamber “Büyük olan Allah’tır” dedi biz “sen fazilet bakımından bizim en üstünümüzsün vermek bakımından bizim ileride olanımızsın” dedik peygamber “sakın fazla ileri gidip de şeytanın elçileri olmayınız.”[6] buyurdu. 
         “Hz. Peygamber Allah’ın bana verdiğinden fazlasını söyleyip beni yüceltmenizi istemiyorum. Ben Muhammed bin Abdullah’ım Allah’ın kulu ve Resulüyüm” dedi[7]
        Hz. Peygamberin sünnetine tâbi olduğunu ,nefis terbiyesi yaptıklarını iddia eden insanlarda ondaki tevâzünün maalesef çok azına rastlanmaktadır.
        Kur’an’dan başka her kitap hataya açıktır. Peygamberler bile hata yapabilir ancak onlar mahfuzdurlar. Bunun dışında her insan hataya açıktır sorgulanabilir. Azaptan da emin değildir.
        Bir kitapla bir fikirle karşılaşıldığında Kur’an ve sünnet terazisine vurulmalı, ona göre değerlendirilmeli kitabın yazarının yada fikir beyan eden kişinin vasfına (etiketine) değil söylediği sözün yada yazdıklarının doğru olup, olmadığına bakılmalıdır.
      
Mus'ab KÖYLÜOĞLU
 
[1] Kasas 28/ 68
[2] ibni Kayyum el cevzi  zadül mead
[3] Buhari 140  cilt 12
[4] Tarikatlardaki Hatmei hacegan meclislerinde yapılan duada geçer
[5] Tarikatlardaki Hatmei hacegan meclislerinde yapılan duada geçer
[6]  Ebu Davud (Mutarrif)
[7]  Enes bin Malik’den – cem’ul fevaid.

   İHLAS: Kulun, fiillerinde, sözlerinde ve niyetlerinde Allah’a karşı kulluğunu samimi bir şekilde ortaya koymasıdır.
   İMAN: Manası hakkında alimlerin üzerinde ittifak ettiklerine göre, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Cebrail İsmindeki melek aracılığı ile Allah’tan aldığı bilgilerin doğruluğuna istisnasız kesin bir imanla, dil ile ikrar ve kalp ile tasdik edip, azalar ile ihlaslı bir şekilde amel etmektir. Bu şekilde iman eden kimselere de mü’min denir.
Rabbimizin kur’an da iman ve ihlas ile ilgili ayetlerinden birkaç tanesini zikredelim.
  “İnsanlar "îmân ettik" demeleriyle bırakılacaklarını, ve kendilerinin imtihan edilmeyeceklerini mi sanıverdiler.” [1]
   Yani sadece tamam bizde iman ediyoruz demekle bu işin bitmediği ve bunun ihlasla yapılmış ameller ile ispat edilmesi gerektiği bildirilmektedir. Dinde hiçbir kimseyi zorla iman ettirme yetkisi ve gücü kimseye verilmemiştir. Ancak iman ettiğini söyleyen de iman sözleşmesinin tabiri caiz ise altına imza atarken Allah’tan başka bütün sahte ilahları reddettiğini ve hayatının her safhasını da düzene koyacak olan emir koyucunun ancak Allah olduğunu ve onun peygamberi Hz. Muhammed’in de kendisi için örnek alınacak yegane insan olduğunu kabul etmektedir. Bu kimseye zorla yaptırılmıyor. Sadece insanın kendi iradesi ile kabul edeceği bir sözleşmedir. Şayet bu sözleşmenin altına imza atmışsanız; o halde sözleşmede geçenlere uymak zorundasınız. Yani bir tercih yapmak durumundasınız. Ya iman edip gereğini yapmaya çalışmak yada inkar edip gereğini yapmaya çalışmak daha samimi bir davranış olacaktır.
   Bir taraftan Müslüman’ım diyeceksiniz diğer taraftan kafirler gibi yaşayacaksınız. Bir taraftan ancak Allah’a iman edip, ona dayandığınızı, ona güvendiğinizi söyleyeceksiniz, diğer taraftan tağutlardan ve sahte ilahlardan korkup, onlardan medet umacaksınız. Bu çok yaman bir çelişki olacaktır. O halde Müslüman gerçekten iman ediyorsa bunun gereğini yaparak tercihini ortaya koymalıdır.
   “De ki: Benim namazım, ibâdetlerim ve diriliğim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ içindir.” [2]
   “De ki: Ben dinimde ihlâs ile ancak Allah'a ibadet ederim.” [3]
   “Deki: Sizin ibadetiniz olmayınca Rabbim size ne kıymet verir.” [4]
   Allah’a ibadet etmeyip de bende Müslüman’ım diyerek kendilerini avutanlar hiç düşünmüyorlar mı acaba bu ayete muhatap olduklarını? Oysa mü’minlerin vasıflarını kur’an da tek tek saymaktadır.
   “Öyle mümîn kimseler ki: Namazı doğruca kılarlar ve zekâtı verirler ve onlar ahirete de evet onlar kat'i surette inanırlar.” [5]
   “De ki: Benim, Rabbim adâletle emretmiştir. Ve her secde yerinde yüzlerinizi doğru tutunuz ve dini yalnız Allah'a has kılarak ibâdette bulununuz. Sizi ilkin yarattığı gibi yine ona döneceksinizdir.” [6]
   “Onlar tövbe edenlerdir, ibadette bulunanlardır, hamd edenlerdir, oruç tutanlardır, rukû'a, secdeye varanlardır, iyilik ile emir ve kötülükten alıkoyanlardır ve Allah Teâlâ'nın sınırlarını koruyanlardır. İşte o mü’minleri müjdele.” [7]
   “Onlar, sabır edicilerdir, sadıktırlar, ibâdetlere devam edenlerdir, infak edenlerdir, seher vakitlerinde de istiğfarda bulunanlardır.” [8]
   “Muhakkak o kimseler ki, onlar Rablerinin korkusundan dolayı daima korku üzere bulunur kimselerdir.” [9] 
   “Ve o kimseler ki, onlar Rablerine ortak koşmazlar.” [10]
   Bu kadar delil kimlerin ihlas ile iman ettiği hakkında gayet açık bir şekilde konuyu izah etmektedir. İman ettiğini söyleyip ayetlerde geçen vasıfları taşımayanlar nasıl olurda mü’min olabilir ki?
     Bazı alimler Allah'ın (c.c.) ayetlerini tevil ederek Müslümanların iman, ihlas ve amel hususundaki itikatlerinin bozulmasına neden olmuşlardır. Çünkü sadece dili ile ikrar edip, kalbi ile tasdik etmeyi iman etmek için yeterli görerek Müslüman olduğunu ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ümmet olduğunu düşünen insanlar amellerde gevşeklik göstermişlerdir.
    Bir hususta dili ile inandığını söyleyip, kalbi ile tasdik etmediği sezilen birisine ameliyle bunu ispat etmedikçe itibar edilmez.
  Örneğin borcunu ödeyeceğini dili ile söyleyen birisinin kalbinden geçenin ne olduğu bilinemeyeceğinden ameline yani borcunu ödeyip, ödemediğine bakılarak itibar edilir ve bir dahaki borçlanmada bu ameline bakılarak borcunu ödeme hususundaki samimiyeti anlaşılır ve ona göre sözü itibar görür.
    Örneğin, kelime-i Tevhidi söyleyip, kalbi ile tasdik eden; çek yazıp altını imzalayarak ciro eden gibidir. Ancak bu çekin karşılığı olan para yatırılmaz ise çek karşılıksız çıkacağı için üzerinde isterse trilyonlarca lira yazsın hiçbir mana ifade etmeyecektir.
Bu misalde olduğu gibi iman ettiğini dili ile söyleyip, kalbi ile tasdik eden kişi amel etmezse bu imanı içi boş sözlerden öteye gitmediği için hakiki manada iman etmiş olmaz. Karşılıksız çek gibi muamele görür.
   Ayrıca amelin de Allah katında gerçek değerine ulaşması için sırf Allah rızası umularak yapılması gerekmektedir.
   Misal verecek olursak; dili ile söyleyip, kalbi ile iman ederek namazını kılan kimse amel de etmiştir. Ancak gösteriş için kılınırsa namaz ihlassız, sırf Allah için yapılmayan bir ibadet haline gelir.
   İman Müslümanlarca eksik olarak öğrenilip, gerektiği gibi amel edilmeyince maalesef adına Müslüman denilen ancak imanın gırtlaklarından aşağıya inmediği kuru kalabalıklar ortaya çıkmıştır. Bu hususta Müslümanlar imanı yıllarca sadece dil ile ikrar ve kalp ile tasdik olarak öğrendiklerinden, amel etmeden kelime-i Tevhidi sadece dili ile söyleyip, kalbi ile tasdik ettiğini düşünerek imansız olmadığını,sadece günahkar olduğunu düşünüp, amele gereken önemi göstermemiştir. Şayet imanın amel ile tamamlanacağının tersine bir kapı kendisine açılmasaydı elbette bu kadar rahat davranıp, bende Elhamdulillah Müslüman’ım diye kendini savunamazdı.
   Bu durumun neticesi amelsiz ve dinden habersiz olup da, Müslüman olduğunu iddia eden insanlar ortaya çıkmıştır. Hatta Müslüman olduğunu söyleyip, Allah’ın dinine düşmanlık eden, Müslümanlara tuzak kur’an, onları aldatmak için pusuya yatan insanlar bile türemiştir. Bu ortaya çıkan tabloda ne Müslüman olduğu belli, ne münafık olduğu belli ve nede kafir olduğu belli olmayan bir karmaşa ortamı görülmektedir.
   Peygamberimiz ve sahabenin imanının gerekliliğini şöyle izah edelim: Bir çay düşünün tepelerden akıp gelerek size doğru geldiğini. Sizde bu sudan faydalanmak istiyorsunuz. Ancak su temiz mi? Yoksa kirli mi?, içilebilir mi? İçilemez mi? Bilmiyorsunuz. Bu durumda her insan gibi suyun nerden geldiğini anlamak için kaynağını araştırmaya başlar ve suyun kaynağına ulaşınca kendinizden emin bir şekilde rahatça suyunu içersiniz. Şayet suyun kaynağını araştırmadan, nereden geldiğine, temiz olup, olmadığına bakmadan bu suyu kaynağından değil de daha aşağılardan içerseniz; bu suya, size gelinceye kadar yolda bulaşma ihtimali çok yüksek pislikleri de içersiniz, hastalanırsınız ve hatta ölebilirsiniz. İşte Allah rasulü ve sahabenin itikadı içilecek suyun kaynağıdır. Bütün Müslümanlar şayet sadece bu kaynaktan beslenmiş olsalardı elbette bu günkü gibi ayrılıklar, tefrikalar, ve kargaşalar olmayacaktı.
   “Ümmetin evveli yani ilki olan Selefi Salih’in akidesi Müslüman’ı doğrudan yüce Allah’a ve onun Resulüne bağlar. Onlara sevgi ile bağlar ve onlara tazime iter. Allah ve Resulünün önüne geçmemeyi öğretir. Çünkü onların akidesinin (imanının) esası heva ve şüphelerin oyuncağı olmaktan uzak bir şekilde “Allah buyurdu, Resulullah buyurdu” tavrıdır. Felsefe, mantık, akılcılık gibi yabancı etkilerden ve başka bir takım kaynakların yönlendirmesinden uzaktır.” [11]
   “Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra peygambere karşı gelir, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir.” [12]
    İman ve ihlas’ın bozuk yerleşmesi yada Müslümanların iman, amel ve ihlas noktasında saptığı yanlış yollar nedeniyle adına Müslüman denilen, neye nasıl iman etmesi gerektiğini bilmeyen, güçsüz, amaçsız, bölük bölük parçalanmış, dünyaya dört elle sarılan, parayı kendine ilah edinmiş, birbirini sevmeyen, Müslümanlar ortaya çıkmış, ve bunun neticesinde de anarşinin ve cahiliyenin her türlü meziyetinin bulunduğu bir toplum meydana gelmiştir.
   Bu husus da İslam’dan uzaklaşma nedenleri arasında ilk sırayı almıştır.

Mus'ab KÖYLÜOĞLU



[1] Ankebut 29/2
[2] En’am 6/162
[3] Zümer 39/14
[4] Furkan 25/77
[5] Neml 27/3
[6] Araf 7/29
[7] Tevbe 9/112
[8] Al-i İmran 3/17
[9] Mü’minun 23/57
[10] Mü’minun 23/59
[11] Abdulhamid el-Eseri Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat Akidesi.
[12] Nisa 4/115
  
Hamd Âlemlerin Rabbi, kulları üzerinde yegâne tasarruf sahibi, kullarının iyiliğini isteyen ve hesap gününün sahibi Allah’a (c.c.) aittir.
   Salât ve selam üstün ahlâkın tamamlayıcısı, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’ in, âlinin ve ashâbının üzerine olsun.
   Yeryüzünde ve semâvatta bulunan bütün varlıklar bir düzen içerisinde ve gaye ile yaratılmıştır. Bu düzeni şöyle bir tefekkürle temaşa eden bir kişi mükemmel bir uyumun olduğunu görecektir. Bütün varlıkların kusursuz bir döngü ile asırlardır var oldukları ve kusursuz düzen içerisinde her birinin önemli bir görevi üstlendikleri görülmektedir. Yaratılmış varlıklar içerisinde en özel bir konumda olan insan mahlûkatın en şereflisi olarak yaratılmıştır. Yaratılmış olan diğer bütün varlıklarda insanın emrine ve hizmetine verilmiştir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliği aklının olması ve imtihana tabi tutulmasıdır. Yani bu dünyaya geliş gayemiz yemek, içmek, gezmek, tozmak, zevk ve sefa içerisinde, başıboş bir şekilde yaşamak için değil Allah’a kulluk etmektir. O halde insan kulluğunu yaşamak ve eğriyi doğruyu birbirinden ayırt ederek salih amel işlemek mecburiyetindedir.
   “O hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O mutlak güç sahibidir çok bağışlayandır.” Mülk 67/2
   “Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.” Zariyat 51/56
   Allah (c.c.) insana akıl vermiş, nefis vermiş ve bununla birlikte şeytan engeli ile imtihana tabi tutmuştur. Bütün bu engellere rağmen kimin kulluğunu ve daha güzel amel yapacağını ortaya koymak için hayatı ve ölümü yaratmıştır.
   “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak ve adı konulmuş bir ecel (belli bir süre) olarak yarattık.” Ahkaf 46/3
    Bu imtihan sürecinde insana kısa bir zaman vermiştir. İnsan ne kadar yaşarsa yaşasın sonsuz olan ahiret hayatı karşısında yaşadığı ömrü bir hiç mesabesinde olmaktadır. Kaldı ki insanın ne kadar yaşayacağı da belli değildir. Oysa insan bu kısacık hayata rağmen sanki hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılmaktadır. Ayrıca ölümden sonra dünya hayatında kaldığı sürenin ne kadar az olduğunun farkına varacak ama iş işten geçmiş olacaktır. Bu dünya hayatında geçen süre bir yolcunun dinlenmek üzere bir ağacın gölgesinde kaldığı ve az sonra kalkacağı bir zaman gibidir. Bu kadar kalınacak bir yer için insanın çokça gayret göstermesi akıl sahipleri tarafından şaşılacak bir davranış olarak görülmüştür.
   “Kıyamet-saatinin kopacağı gün, suçlu-günahkârlar, tek bir saatin dışında yaşamadıklarına and içerler. İşte onlar böyle çevriliyorlardı.” Rum 30/55
“Onlar, o kıyameti gördükleri gün sanki bir akşam veya bir kuşluk vaktinden başka kalmamış gibi olurlar.” Naziat 79/46
   İbn Mesud (r.a.)’den, Resulullah (s.a.v.)’in yanına girmiştim. Onu bir hasır örgünün üzerinde uyumuş buldum. Hasır, (vücudunun açık olan) yan taraflarında izler bırakmıştı. “Ey Allah’ın (c.c.) Resulü dedim, sana bir yaygı te’min etsek de hasırın üstüne sersek, onun sertliğine karşı sizi korusa!” “Ben kim, dünya kim. Dünya ile benim misalim, bir ağacın altında gölgelenir sonra terk edip giden yolcunun misali gibidir.”[1]
   Bu kadar kısa bir hayat verilmesine rağmen insan ahireti ve hesap gününü bir taraf bırakarak dünyaya dört elle sarılmakta, dünya malını elde etmek ve zevklerini yaşamak için her türlü mücadeleyi kendisine mubah görmektedir. Sonsuz mükâfatlar ile dolu cennet vaat edilirken sonsuz cennet hayatını bir tarafa bırakarak çok kısa olan dünya hayatını tercih edip, adeta kendisini ateşe atmaktadır. Oysa dünya hayatı boş bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir. Bu kadar kısa bir hayata sarılıp, ahireti bir kenara bırakmak yapılacak en kötü tercih olacaktır.
   “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı yağmurun bitirdiği ve ziraatçıların de hoşuna giden bir bitki gibi önce yeşerir, sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçinmeden başka bir şey değildir.” Hadid 57/20
Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değil. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?” En’am 6/32
   İnsan ahirette ölürken anne karnında dirilmekte, anne karnında ölürken de dünya hayatında dirilmektedir. Dünya hayatının başlamasıyla ahiretle arasındaki perdeler kapanmaktadır. İnsan tekrar ölünce ahirette dirilecek ve tıpkı uykudan uyanan kişinin sersemliği ile bütün perdeler açılacak yaşadıklarının ne kadar da kısa olduğunun, sanki rüya gibi olduğunun farkına varacak ve yapmış olduğu hatayı anlayacaktır. Ancak telafisi mümkün olmayan bir pişmanlık ile dünyaya geri dönüp kulluğunu ispat etmek isteyecek ama buna fırsat verilmeyecektir.
   “Suçlu-günahkârları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: “Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, sâlih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız” (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen.” Secde 32/12
   Dünya hayatının ne kadar boş olduğu hakkında da peygamberimiz (s.a.v.)’den birçok rivayet vardır.
   Sehl İbnu Sa’d (r.a.)’den rivayete göre Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Eğer dünya Allah (c.c.) nazarında sivrisineğin kanadı kadar bir değer taşısaydı tek bir kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.”[2]
   İbn Ömer (ra)’den, dedi ki: Rasulullah {sa.v.) omuzlarımı yakalayıp şöyle buyurdu: “Dünyada bir garip yahut bir yolcu gibi ol!” İbn Ömer (ra) de şöyle derdi: Akşamı ettin mi sabahı bekleme Sabahı ettin mi, de akşamı bekleme Sağlığında hastalığın için bir şeyler hazırla, hayatında da ölü­mün için.”[3]
   “Dünya tatlı ve hoştur Allah (c.c.) sizi ona vâris kılacak ve nasıl hareket edeceğinize bakacaktır Öyleyse dünyadan sakının, kadınlardan da sakının! Zira Benî İsrâil’in ilk fitnesi kadın yüzünden çıkmıştır” [4]
   Bu uyarılar ile Allah (c.c.) ve Rasulü dünya hayatının boş bir oyundan ibaret olduğu ve bir gün yapılan bütün işlerden hesaba çekileceği hakkında insanlara uyarılarda bulunmaktadır. Ancak dünya hayatı ahirete geçiş yolu olduğundan ve ahiretin tarlası olduğundan büyük önem taşımaktadır. Dünya ebedi olan ahireti kazandıran bir yer olduğuna göre bu hayata büyük önem verilmeli ahireti kazandıracak her türlü gayret gösterilmelidir. Ne tamamen dünya terk edilmeli nede tamamen ahirete yönelmelidir. Yani ahiret hayatında gerekecek olan bütün azıklarını dünya hayatındayken kazanmalı azık çantasını bolca salih amel ile doldurmalıdır.
   İnsanoğlu başıboş ve sebepsiz olarak yaratılmamıştır. Bir gün mutlaka bütün yaptıklarından hesaba çekilecektir. Nasıl ki dünya hayatında tarlasına buğday eken buğday, arpa ekende arpa biçiyorsa, insan da dünyada ne ekerse ahirette mutlaka onu biçecektir. Ömrünü Allah (c.c.) yoluna adamış onun yolunda her türlü sıkıntıya katlanan ve hatta canını veren ile bomboş bir hayat geçiren elbette Allah (c.c.) katında bir olmayacaktır. Allah (c.c.) kullarını mutlaka ayıracak ve herkesi hak ettiği cennet ya da cehenneme koyacaktır. Kimseye haksızlık edilmeyecektir. Kim dünyada zerre kadar bir iyilik ya da zerre kadar bir kötülük yapmışsa hesabını verecektir.
   “Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onu görür.” Zilzal 99/7–8
   İman meselesinin gerektiği gibi kalplere yerleşmemesi nedeniyle adına Müslüman denilen ama adı farklı tadı farklı insanlar ve toplumlar ortaya çıkmıştır. Kendilerine sorulduğunda ya da sıkıştıklarında elbette bende Müslüman’ım diyen insanların bunun ötesine geçmeyen hayat tarzıyla hesaptan kurtulamayacakları ve cennete giremeyecekleri bildirilmektedir.
   “Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip-ayırdetmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” Al-i  İmran 3/142
   “Yoksa kötülükleri yapanlar, bizden kaçıp kurtulacaklarını mı sandılar?. Hükmettikleri şey ne kadar fena!” Ankebut 29/4
   Yani sadece tamam bizde iman ediyoruz demekle bu işin bitmediği ve bunun ihlâsla yapılmış ameller ile ispat edilmesi gerektiği bildirilmektedir.
   Zerre kadar iyilik ve zerre kadar kötülüğün bir gün kendisine sorulacağını bilen bir insanın başka birisine kötülük yapması mümkün değildir. Aksine çokça salih amel işlemek isteyecek ve karıncayı dahi incitmekten uzak duracaktır. Boynuzsuz keçinin boynuzlu keçiden hesabının sorulacağı en küçük bir hak sahibinin hakkının mutlaka hakkını yiyenden alacağı hesap günü büyük bir gün olacaktır. Tıpkı dünya hayatında girilen imtihanları başarılı şekilde geçenlerin sevindiği gibi iyilik tartıları ağır gelenler sevinecekler ve kötülük tartıları ağır gelenler de hüsrana uğrayacaklardır. Ancak dünya hayatının basit bir imtihanından ahiretin imtihanı daha şiddetli olacaktır. Akılların baştan gideceği annenin babanın evladını dahi tanımayacağı kadar akılları baştan alabilen bir hesap günü.
   “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğlun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun. Allah’ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. Allah’ın affına güvendirerek şeytan sizi ayartmasın.” Lokman 31/33
   “Öyle bir günden korkun ki, o gün kimse başkası için bir şey ödeyemez; hiç kimseden şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz; onlara asla yardım da yapılmaz” Bakara 2/48
   İnsan son nefesini verince ahirete geçiş ile perdeler açılınca her şeyin farkına varacak yaptıklarına çok pişman olacaktır. Hesabını veren ve cenneti hak edenlerin sevincini ve mutluluğunu görünce, büyük bir üzüntü ile azap göreceği cehenneme doğru götürülürken akılları baştan alan cehennemin uğultusunu işitecek keşke toprak olsaydım diyecek ama bunun da imkânını bulamayacaktır.
   “Biz, yakın bir azap ile sizi uyardık. O gün kişi önceden yaptıklarına bakacak ve inkârcı kişi: “Keşke toprak olsaydım!” (“Yâ leytenî kuntu turâbâ) diyecektir.” Nebe 78/40
   Yaratılan varlıklar içerisinde Allah’ı (c.c.) zikretmeyen ve ona isyan eden hiçbir varlık bulunmamaktadır. Her varlık kendine has bir şekilde Allah’ı (c.c.) zikretmektedir. Allah’a asla isyan etmedikleri gibi kendilerine verilen görevlerini harfiyen yerine getirmektedirler. Yaratılmışlar içerisinde Allah’a isyan eden, kulluğunu unutan yaratılış gayesinden uzaklaşan tek varlık insanoğludur. Bu hususa dikkat çeken Rabbimiz (c.c.) buyuruyor ki:
   “Bundan sonra kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki, yarılır, ondan sular çıkar. Öyleleri de vardır ki; Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil (habersiz) değildir.” Bakara 2/74
    Dünya hayatında Allah’tan habersiz ne için yaşadığı belli olmayan bir durumda hesap gününü düşünmeden her türlü haksızlığı, cinayeti, tecavüzü ve ahlaksızlığı kendilerine mubah görenlerin bu halleri elbette bir gün sona erecek ve toprağın altına gireceklerdir. Kazandıkları malları mirasçılara kalacak kazandıkları günahlarda ahirette başlarına dert olarak kalacaktır.
   “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle yemeniz helaldir. Birbirinizin canına kıymayın. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. Kim, zulüm ve tecavüz yolu ile bu yasakları işlerse, yakında onu cehennem ateşine atacağız. Onu ateşe atmak da Allah’a pek kolaydır.” Nisa /29-30
   Hak sahibi hakkını almak için gelecek, karşıdakinin varsa sevaplarını elinden alacak sevabı kalmayınca da günahlarını ona yükleyecektir. Bu hesap haksızlık edenleri elbette iflasa sürükleyecektir. Bu hesap sonrasında yürü bakalım hak ettiğin cehenneme denildiğinde onu kimse kurtaramayacaktır. O halde sonsuz nimetlere karşılık böyle bir sonu tercih edenler kimseye değil sadece kendilerine yazık etmiş olacaklardır.
    “Her kim Rabbine suçlu olarak varırsa, şüphesiz ki, ona cehennem vardır. Orada ne ölür, ne de dirilir.” Taha 20/74
    “Kim çarçabuk olanı (geçici dünya arzularını) isterse orada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabuklaştırırız sonra ona cehennemi (yurt) kılarız; ona kınanmış ve kovulmuş olarak gider.” İsra 17/18
   Dünya hayatında en hafif bir ateşe dahi dayanamayan, küçücük bir yanık yarası nedeniyle bütün keyfi kaçan ve buna dayanamayan insan çok şiddetli olan cehenneme nasıl dayanacağını düşünmeli ve ondan sakınmak için gereken her türlü çabayı göstermelidir.
   “Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: “Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık.” En’am 6/27
   “Ve deki: “Hak Rabbinizdendir; artık dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin Şüphesiz biz zalimlere bir ateş hazırlamışız onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Eğer onlar yardım isterlerse katı bir sıvı gibi yüzleri kavurup-yakan bir su ile yardım edilirler  Ne kötü bir içkidir o ve ne kötü bir destektir” Kehf 18/29
   “Suçlu günahkârları susamışlar olarak cehenneme süreceğiz” Meryem 19/86
   “Orda kendileri için ‘kemikleri çatırdatan inlemeler’ vardır Onlar orda işitmezler de.” Enbiya 21/100
   “Ateş onların yüzlerini yalayarak yakar da onun içinde onlar (etleri sıyrılmış olarak sırıtan) dişleriyle kalıverirler” Mü’minun 23/104
   “Evet kim bir günah işlemiş de kendi günahı kendisini her yandan kuşatmış ise, işte öyleleri ateş ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.” Bakara 2/81
   “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır. Onun başında gayet katı, şiddetli, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler vardır.” Tahrim 66/6
   Dünyada iken salih amel işleyenler için Rabbimiz bitmez tükenmez sonsuz cennet nimetleri hazırlamıştır. Hastalanma, üşüme, bunalma, aksırma, tuvalet ihtiyacı, canı yanma, hased, gıybet, kötülük, cinayet, herhangi endişe, bir çirkinlik, en küçük bir iç sıkıntısının dahi olmadığı ve tamamen esenliğin bulunduğu cennet hayatı sâlih müminleri beklemektedir. Bu vaad Allah’ın vaadidir.
  “İman edip sâlih amellerde bulunanlar biz onları altından ırmaklar akan içinde ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Bu Allah’ın gerçek olan vaadidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?” Nisa 4/122
   “Rablerinden korkup-sakınanlar da cennete bölük bölük sevk edildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman kapıları açıldı ve onlara (cennetin) bekçileri dedi ki: “Selam üzerinize olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedi kalıcılar olarak ona girin.” Zümer 39/73
   “Onlar; altından ırmaklar akan Adn cennetleri onlarındır orada altın bileziklerle süslenirler hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler giyerler ve tahtlar üzerinde kurulup-dayanırlar. (Bu) Ne güzel sevap ve ne güzel destek.” Kehf 18/31
   “(Onlar da) Dediler ki: “Bize olan vaadinde sadık kalan ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah’a hamd olsun ki, cennetten dilediğimiz yerde konaklayabiliriz. (Salih) Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir.” Zümer 39/74
   “Takva sahiplerine vaat edilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan ırmaklar tadı değişmeyen sütten ırmaklar içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve orda onlar için meyvelerin her türlüsünden ve Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç (böyle mükâfatlanan bir kişi) ateşin içinde ebedi olarak kalan ve bağırsaklarını ‘parça parça koparan’ kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu?” Muhammed 47/15
   “Şüphesiz ki, Allah iman edip sâlih amel işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. İnkâr edenler ise dünyada zevk edip geçinirler. Hayvanların yediği gibi yerler. Onların varacakları yer ateştir.” Muhammed 47/12
   Allah (c.c.) günaha girmemeleri, sâlih amel işlemeleri ve cehennemden sakınmaları için kullarını uyarmaktadır. Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah (c.c.) kullarına ne kadar günah içerisine girseler de son nefes gelmeden önce tövbe kapısı açmaktadır. İnsan bu kadar isyanına rağmen Allah’ın kendisine verdiği bu fırsatı değerlendirmeyip, yine de kendisini ateşe atarsa, tövbe etmeden son nefesini verirse bu durumda kendisini bile bile ateşe atmış olacak ve ahirette hiçbir mazeret öne süremeyecektir.
   Allah (c.c.) iman edenlere öyle iltimas geçiyor ki; günah işleyen bir kişinin her günahına karşılık bir günah yazılırken işlediği bir hayra karşılık on mislinden yedi yüz misline kadar karşılık bulacaktır. Bununla birlikte işlenen günahlara samimi olarak bir daha yapmamak üzere tövbe edildiğinde geçmişte işlenen kötülükleri iyiliklere çevireceğini vaat etmektedir.
   “Ancak tövbe eden, inanıp yararlı iş işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder.” Furkan 25/70
   “Ve her kim tövbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.” Furkan 25/71
   Hz. Peygamber (s.a.v.) buyuruyor ki: “Günahından tövbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir.”[5]
   “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan (günah) ları ise dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.” Nisa 4/48
    Rabbimiz günahları bağışlayacağını vaad ediyor.
   Peygamberimiz (s.a.s.), gerçek tövbeyi; “Kulun işlediği günahtan pişmanlık duyması, Allah’a tam rucu’ edip, tıpkı sütün memeye dönmediği gibi, kişinin tekrar günaha dön memesidir.” şeklinde tanımlamıştır.[6]
   Bu durumda bütün bu ikramlara ve gösterilen iltimasa rağmen bir insan hala cehennemi hak ediyorsa, hala aklını başına alıp, yönünü Allah’a döndürmüyorsa hiçbir şekilde mazeret öne sürmeye hakkı olmayacaktır.
   Bu dünya hayatı adeta makyajlanmış yaşlı bir kadın gibidir. Güzellikleri gelip geçicidir. İnsan nerede ve ne zaman sona ereceği belli olmayan, her an sona erebilecek bu dünya hayatının sahte zevklerine dalarak ahireti unutmakta dünya malını elde etmek için var gücünü harcamaktadır. Ne kadar çok kazanırsa kazansın daha fazlası için koşturmaktadır.
   Abdullah ibnu Zubeyr’den (r.a.) Mekke’de minber üzerinde hutbe yaparken; o şöyle diyordu: – Ey insanlar! Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Eğer Âdemoğluna altın ile dolu bir vadi verilseydi, o kendisine ikinci bir vadi verilmesini arzu ederdi. Şayet kendisine ikinci bir vadi verilse, üçüncüsünü isterdi. Âdemoğlunun iç boşluğunu ancak toprak kapatır. Allah da (hırstan) tövbe eden kimsenin tövbesini kabul eder.”[7]
   “Âdemoğlunun iki vâdi dolusu malı olsa, üçüncü bir vâdi daha isterdi Âdemoğlunun karnını topraktan başka bir şey dolduramaz Ama Allah tövbe eden kimsenin tövbesini kabul eder” [8]
   Sonuç olarak insan her ne yapmışsa ya da ne günaha girmişse bile bunun önemi yok. Yeter ki son nefes gelmeden önce tövbe etsin. Dünya hayatı bu güne kadar kimseye kalmadı bundan sonra da kalmayacak. İki bilemedin üç nesil sonra adı bile hatırlanmayacak olan insan hırsla dünya malını elde etme peşinde koşarken dünyaya verdiği önemin daha fazlasını Allah’ın dinine vermelidir. Dünya menfaati için her türlü gayreti gösterip, kılı kırk yararken ahiretteki hesap günü içinde hazırlıklar yapmalı ve yaptıklarının hesabını nasıl vereceğinin endişesini taşımalıdır. Hiçbir insana ve hiçbir canlıya haksızlık etmemeli ahiret yolculuğunun azık çantasını bol bol sâlih amel ile doldurmalıdır.
   Allah (c.c.) katında hiçbir günahın önemi bulunmamaktadır. Her ne günah işlerse işlesin tövbe eden kişiye Rabbimiz ne yüzle geldin değil nerde kaldın ey kulum diyecektir. Çok geç olmadan yanlışın, günahın neresinden dönülse kar olacaktır. Bunun ötesinde yola gelmeyen ve söz dinlemeyenler kimseye değil sadece kendilerine yazık ederler.
 .
Ebu Muhammed Mus’ab KÖYLÜOĞLU
. 
————————————————————-
[1] Tirmizi hadisin sahih olduğunu söylemiştir.[2] Tirmizi, Zühd 13, (2321); İbnu Mace, Zühd 11, (2410)[3] Buhâri, VII, 170, Rikaak 3
[4] Müslim, Zikr 99; Tirmizî, Fiten 26; İbn Mâce, Fiten 19
[5] İbni Mace, Sünen, c.2, s. 1420
[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/446[7] Sahih-i Buhari, Cilt 14, syf.6374
[8] Müslim, hadis no: 1048; S Müslim, Terc ve Şerhi, 5/465

  Kuruluşundan günümüze kadar zalimlik, canilik ve katliamlarla adı birlikte anılan büyük şeytan ABD egemenliğini zulüm üzerine bina etmiştir.
   1492 yılında, ayağını bastığı andan itibaren Amerika kıtasını kana bulayan dedeleri Kristof Kolomb nüfusu 8 milyon olan Arawaks yerlilerinin kanlarını dökmeye başladı. Ve 22 yıl sonunda 28 bine indirdi.
    Kan ve göz yaşı üzerinde dünya saltanatı süren Amerika’nın tarih boyunca yaptığı katliamlara onlarca örnek verilebilir. Yakın tarihimizde 200 bin Alman göçmeninin topluca yok edilmesi, 1942’de Hiroşima ve Nagazaki’de 300 bin insanın ve canlının yok edilmesi, daha dün Afganistan ve Irak’ta yüzbinlerce masum insanın katledilmesi Amerika’nın yaptığı katliamlardan sadece bir kaçı.
   Teknolojik ve siyasi alandaki gücünü şeytani planları için kullanan ABD dünyanın jandarmalığını yapmakta ve gücünün verdiği cesaretle bu hakkı kendisinde görmektedir. Egemenliğinin devamı için hiçbir engel tanımamakta ve hiçbir harcamadan kaçınmamaktadır. Güçlü daima haklıdır düşüncesinin icrasını yapmaktadır.
   Emperyalizminin devamına hizmet eden NATO (Birleşmiş Milletler), Uluslar arası adalet divanı Lahey gibi örgütler aslında Amerika’nın uydurduğu birer düzmece kuruluştur. Bu örgütlere üye olan ülkeler de dünya ülkeleri ile uyumlu olmaktan ziyade Amerika’nın şerrinden korktukları için bu örgüt çatısı altına girmişlerdir. Bu örgütler her ne kadar uluslar arası örgütmüş gibi gözükse de kanunlarının Amerika’ya işlemediği, gücünün 3. dünya ülkeleri kabul edilen zayıf ülkelere işlediği bir Amerikan maşasıdır. Bunu anlamak için Irak savaşındaki dayatmalarına bakmak yeterlidir. Çünkü ne Birleşmiş Milletler ne de Uluslar arası anlaşmalar ve savaş suçları Amerika için işlememektedir. Ancak söz konusu olan Müslümanlar olunca adeta şahin kesilmektedir.
    Amerika’nın güdümünde olmayan Müslüman ülke bulunmamakta ve askeri üssünün olmadığı birkaç ülke bulunmaktadır. Elinde bulundurduğu silah teknolojisiyle kendi topraklarının çok ötesinde savaş yapabilmektedir. Sahip olduğu uzay teknolojisiyle dünyanın her tarafını takip edebilmektedir. Ekonomik ve siyasi alandaki gücünü kullanarak bütün İslam ülkelerini siyasi ve ekonomik işgali altına almıştır. Bu nedenle gerek uşakları ve gerekse uyguladığı ekonomik baskıyla Müslümanların güç kazanmalarını engellemektedir.
    Müslüman devletler Amerika’nın oluşturduğu bu düzen içerisinde onun yalakalığını yapmak ve şerrinden kurtulmak için adeta bir komutan postası gibi davranmakta, Müslüman halklarda ırkçılık ve mezhep farklılığının getirdiği bölünmüşlükle kendi aralarında 100 parçaya dağılmış ve bir türlü gerçek kimliğine bürünerek ayağa kalkamamaktadır.
   Her çağın olduğu gibi bu çağında despotu, sahte ilahlığa soyunan bir alçağı vardır; o da Amerika’dır. Önemli olan bu despotun varlığı değil, Müslümanların duruş pozisyonudur. Çünkü bu tür sahte ilahlar her dönemde olmuştur. Yani ya hakkı savunup, sahte ilahı reddedip, kendi özgür dünyanızı kuracaksınız. Ya da zalimin, sahte ilahın yanında yer alıp, onun dünyasındaki köleliğinize devam edeceksiniz. İşte imtihan burada. Bunun dışındaki bir duruş ise; satılmışlık, münafıklık, şerefsizlik ve alçaklık olup, kafirlikten daha beter bir duruştur.
   Kurduğu bu düzende egemenliğinin, şımarıklığının vermiş olduğu cesaretle saldırganlaşarak son zamanlarda kuduz it gibi sağa sola saldıran Amerika sonunun yakın olduğu günleri müjdelemektedir.
   Allah’ın izniyle bu zalim Firavun torunlarının da sonu gelmiştir. Dünya yaratılalı beri, dünyanın hakimiyeti kimseye daim olmamıştır. Şurası unutulmamalıdır ki: karanlığın çöktüğü her dönemin sonunda aydınlık günler başlamıştır. Elbette bu düzen böyle gitmeyecektir. Çünkü Allah nurunu tamamlayacaktır.
 .
.
Mus’ab KÖYLÜOĞLU

  Son yıllarda dünya gündeminde tutulmaya çalışılan konulardan biri de dinler arası diyalog ve ılımlı İslam yani Amerikan İslam modelinin yerleştirilmeye çalışılmasıdır.
   Her zaman olduğu gibi kendi çalıp kendi oynattıran Amerika kendisine en büyük hedef olarak İslam’ı görmektedir. Bu hususta empoze etmeye çalıştığı dinler arası diyalog ve ılımlı İslam modelinin arkasında mutlak suretle İslam’ı yok etme ve Orta doğunun zengin yer altı kaynaklarına ulaşma isteği yatmaktadır. Amerika’ya karşı çıkan kim varsa terörist, destek veren kim varsa da iyi Müslüman, çağdaş Müslüman olarak gösterilmeye çalışılmakta, emperyalizme, sömürüye ve her türlü despotluğa karşı çıkan, vatanını, canını savunan Müslümanları radikal İslamcı teröristler diye dünya halklarına tanıtarak bir yandan İslam’ı kötü gösterip, diğer yandan da emperyalist düzenini devam ettirmek için her türlü propagandayı yapmaktadır. Bu diyalog planının altındaki gerçek Hıristiyanlaşma noktasında belli bir kıvama yaklaşan İslam toplumlarının Hıristiyanlaştırılmasıdır.
    Burada tuhaf olan bir şey yok çünkü onlar kendi inançlarının gereğine hizmet etmektedir. Tuhaf olan bu aptalca diyaloğa destek veren Müslümanlardır. Bir kere siz kim oluyorsunuz da İslam dinini temsil ederek diyalog kurmaya çalışıyorsunuz? Bu yetkiyi size kim verdi? Ayrıca ortada saldıranlar varsa Amerika ve Siyonisler, ocağına toprağına girilen, dinine, inançlarına hakaret edilen ve her türlü tecavüze uğrayanlar ise Müslümanlardır. Şayet bir diyalog olacaksa ilk önce onlar Müslümanların topraklarından çekilerek yaşattıkları acılara bir son vermelidirler. Ayrıca bu diyalog platformuna iştirak eden Yahudi ve Hıristiyan din adamları neden Amerika ve İsrail’e yönelik açıklama yapmıyorlar? Borç batağına saplanan Arjantin için yardım çağrısında bulunan Papa söz konusu Müslümanlar olunca neden çıkıp da bu saldırganlığa dur demiyor? Şayet Yahudi yada Hıristiyanlara aynı saldırıyı Müslümanlar yapsaydı topraklarını işgal etseydi bütün dünyayı ayağa kaldırmazlar mı idi? Balinaların, Yunusların ve Karetta Karetta’ların ölmemesi için seferber olan sivil toplum kuruluşlarının neden kılı kıpırdamıyor?
    Diyalog tuzağına düşen Müslümanlar Irak Filistin, Çeçenistan Afganistan ve Guantanamo’daki Müslümanların yaşadıkları acıları hissetmiyorlar mı? Yapılan zulümleri, tecavüz edilen ve kasıtlı olarak hamile bırakılan kadınları, daha henüz dünya hayatının ne olduğunu dahi anlamadan öldürülen çocukları ve üzerinde her türlü silahın denendiği bu topraklarda yaşanan acıları hiç hissetmiyorlar mı? Bu insanların kendi kızlarına tecavüz edilseydi, çocuğunun paramparça olmuş cesedini kendi elleriyle toprağa verselerdi, evi barkı yıkılsa, her şeyini kaybetseydi, gecenin bir vaktinde çoluk çocuğu yerlerde sürüklense gözlerinin önünde öldürülseydi acaba aynı diyaloğu kurmak için kıllarını kıpırdatırlar mıydı?
   Oysa Allah (c.c.) demiyor mu? Bütün Müslümanlar kardeştir. Peygamberimiz (s.a.v.) demiyor mu? Müslümanların tek bir vücut gibi olduğunu. azalardan biri rahatsızlandığında acıyı bütün azaların hissetmesi gibi Müslümanların da bir birinin acılarını hissetmesi gerektiğini.
    Elbette Müslümanlar güzel bir ahlaka sahip olmalı, elinden dilinden herkesin emin olduğu insanlar olmalıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiğini söylemiş ve Müslümanlara da güzel ahlakı tavsiye etmiştir. Hiçbir zaman çocukların, yaşlıların, kadınların ve aman dileyenlerin öldürülmesini istememiş, savaş durumunda dahi ordusuna gayri Müslimlerin ibadet yerlerine zarar verilmemelerini emretmiştir. İslam başlı başına insanların huzur içinde yaşamalarını sağlayacak hükümleri içermektedir. Hiçbir zaman mazlumları ezmeyi, kötülük yapmayı ve tecavüz etmeyi emretmemiştir. İnsanların dünya ve ahiret huzurunu sağlamak için Allah (c.c.) tarafından indirilmiştir. Müslüman zaten etrafındaki insanlarla güzel diyaloglar kurmak zorundadır. İslam’ın gereklerini yerine getiren bir Müslüman’ın hoş görünmek için ekstradan bir şeyler yapmasına gerek yoktur, çünkü zaten dinimiz güzel ahlak temeli üzerine bina edilmiştir.
    Her nedense bazı çevreler İslam’ın gayri Müslimler tarafından kabul edilmesi ve hoş karşılanması için, turistlerin ilgisini çekmeye çalışmak ve ülkelerini ilginç göstermek için olmadık gösteri, eğlence ve şebeklikleri yapan turizmciler gibi gayretler içerisine girmektedirler.
    Propaganda alanında eline kimsenin su dökemeyeceği Amerika sinema ve basın yoluyla öyle propaganda yapmaktadır ki; mazlumları ezdiği halde kendisini insanlığa hizmet eden bir kahraman, gerçekte mazlum olan insanları ise terörist olarak dünyaya tanıtmaktadır. Bu zihniyetle diyalog kurmak demek onun yaptığı bütün zulümleri hoş görmek demektir. Şayet diyalog kurmak istiyorlarsa evvela Müslümanların topraklarından çekilsinler ve onları rahat bıraksınlar.
   Bakınız zalimleri dost edinmek hakkında Rabbimiz (c.c.) ne buyuruyor:
وَلَنْ تَرْضى عَنْكَ الْيَهُودُ وَلَاالنَّصَارى حَتّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ اِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدى وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَاءَ هُمْ بَعْدَ الَّذى
جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ مَالَكَ مِنَ اللّهِ مِنْ وَلِىٍّ وَلَا نَصيرٍ
   “Ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine tabi olmadıkça asla senden razı olmazlar. Sen de ki: “Allah’ın hidayet yolu olan İslam, doğru yolun ta kendisidir. Sana gelen bunca ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyacak olursan, Allah’a karşı hiçbir koruyucu ve yardımcı bulamazsın.” Bakara 2/120
وَلَا تَرْكَنُوا اِلَى الَّذينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَالَكُمْ مِنْ دُونِ اللّهِ مِنْ اَوْلِيَاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ
   “Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur.” Hud 11/113
يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَاتَتَّخِذُوا بِطَانَةً مِنْ دُونِكُمْ لَايَاْلُونَكُمْ خَبَالًا وَدُّوا مَا عَنِتُّمْ قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَاءُ مِنْ اَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفى
صُدُورُهُمْ اَكْبَرُ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الْايَاتِ اِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ
   “Ey iman edenler, siz Müslümanlardan başkasını sırdaş edinmeyin. çünkü onlar size şer ve fesat çıkarmada ellerinden geleni geri bırakmazlar. Daima sizin sıkıntıya düşmenizi isterler. Size olan düşmanlıkları, zaten ağızlarından taşıp meydana çıkmıştır. Kalplerinin gizlediği düşmanlık ise daha fazladır. Eğer aklınızı kullanırsanız, ayetlerimizi size iyice açıkladık.” Al-i İmran 3/118
يَااَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَاتَتَّخِذُوا الْكَافِرينَ اَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنينَ اَتُريدُونَ اَنْ تَجْعَلُوا لِلّهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًا مُبينًا
   “Ey iman edenler! Müminler dışında kâfirleri dost edinmeyin. Böyle yaparak, Allah’a, aleyhinizde kesin bir belge mi vermek istiyorsunuz? Göz göre göre, Allah’ın hışmını üzerinize çekmek mi istiyorsunuz?” Nisa 4/144
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارى اَوْلِيَاءَ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَاءُ بَعْضٍ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَاِنَّهُ مِنْهُمْ اِنَّ اللّهَ لَا
يَهْدِى الْقَوْمَ الظَّالِمينَ
   “Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları velî edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin velisidirler. Sizden kim onları velî edinirse o da onlardandır. Allah böylesi zalimleri doğru yola iletmez.” Maide 5/51
تَرى كَثيرًا مِنْهُمْ يَتَوَلَّوْنَ الَّذينَ كَفَرُوا لَبِئْسَ مَا قَدَّمَتْ لَهُمْ اَنْفُسُهُمْ اَنْ سَخِطَ اللّهُ عَلَيْهِمْ وَفِى الْعَذَابِ هُمْ خَالِدُونَ
   “Onlardan çoğunun kâfirleri velî edindiklerini görürsün. Bu iş ki onu bizzat kendileri yapmış ve üzerlerine Allah’ın hışmını çekmiştir, ne kötü bir davranıştır! Onlar cehennem azabında devamlı kalacaklardır.” Maide 5/80
وَلَوْ كَانُوا يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالنَّبِىِّ وَمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مَا اتَّخَذُوهُمْ اَوْلِيَاءَ وَلكِنَّ كَثيرًا مِنْهُمْ فَاسِقُونَ
   “Eğer Allah’a, Peygambere ve ona indirilen vahye imanları olsaydı, kâfirleri velî edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” Maide 5/81
   Bütün bunlardan sonra hala uydurma diyaloglar kurmaya devam mı edeceksiniz? Size uyarıcı olarak Allah’ın (c.c.) emirleri kafi gelmiyor mu? O halde bunun hesabını vermekte sizin için yeterli bir endişe kaynağı olacaktır.
.
.
Mus’ab KÖYLÜOĞLU

 Dünya silah teknolojisinin en üst seviyede olduğu bu dönemde gündemi silahsızlanma ve terörle mücadele oluşturmaktadır. Bu mücadelede bazı ülkeler Dünyanın jandarmalığına soyunarak bazı ülke ve örgütleri terörist, kendilerini de Dünyanın kurtarıcısı olarak ilan etmektedir.
    Silah teknolojisinin en büyük üreticileri ABD’de bulunmakta ve bir çok ülkeye silah satmaktadır. Bu silah üreticileri silah üretirken ne insanı, ne dünyanın geleceğine verilen zararı, ne mahlukata verilen zararı hiç düşünmemektedir. Teknoloji o kadar ilerlemiştir ki; insanoğluna dünyayı yaşanmaz bir hale getirmiştir.
    Silah fabrikalarının büyük bir bölümüne Yahudiler sahip olmakta ve ABD’nin siyaseti üzerinde çok büyük bir etkisi bulunmaktadır. Bu Yahudi lobisinin onayını almayan hiçbir başkan adayı kazanamaz ve onların istemediği politikaları uygulamaya koyamaz. Bu silah tüccarları, ne zaman ki silah stokları doldu o zaman bu stokları eritmekte hiçbir güçlük çekmemektedir. Çünkü bu lobi Amerikan siyasetini yönlendirdiği gibi bir çok ülkenin de siyasetini politika ve medya alanında koydukları kuklaları ve gerektiği zaman da ajanları ile yönlendirmektedir. Kullandıkları ajanları, taşeron örgütler ve sözde İslamcı örgütlere terör saldırıları yaptırarak ülkeleri karıştırmaktadır. Dünya üzerinde silah ve ekonomik gücü elinde bulunduran ABD terörist ilan ettiği ülke ve örgütlerin büyük bir çoğunluğunu kendisi yönettiği ve silahlandırdığı halde sanki bütün bunları yapan kendisi değilmiş gibi bir de çıkmış silahsızlanmaktan ve terörü yok etmekten bahsetmektedir. Dünyanın fakirlik ve terör sebebi olan Amerika olayları başlatıp körüklemekte, kilometrelerce uzaktan gelip müdahale etme hakkını kendinde görmekte ve bu sırada her türlü silahı kullanarak yakıp, yıkmakta, yaşadığımız coğrafyayı kana ve acılara bulamaktadır.
    Yahudiler kendilerince vaat edilmiş topraklar olarak kabul ettikleri orta doğunun ele geçirilmesi hedefinin ilk tohumunu 1948 de kurdukları devletle atmışlardır. Bu devlet vaat edilmiş toprakların henüz çok küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Geri kalan toprakların ele geçirilmesi önündeki engeller olan orta doğu ülkeleri silahsızlanma ve terörle mücadele bahaneleriyle yavaş, yavaş etkisiz hale getirilerek bir gün ortadan kaldırılacaktır.
    Silahsızlanma dayatması yapan ülkeler orta doğunun en silahlı ülkesi olan ve bu gücü kullanmada ne Birleşmiş Milletler,ne NATO, ne de Avrupa birliği hiçbirini tanımayan İsrail’e hiçbir şekilde askeri müdahalede bulunmamakta, hiçbir silahını da denetlememektedir. Hal bu ki her birinin başında kuklaların bulunduğu sömürge orta doğu devletleri ile İsrail arasında silahlanma bakımından büyük bir güç farkı vardır. Bu devletlerin hepsini toplayın; İsrail’in bir tek nükleer gücü ile başa çıkamayacak durumdadır. Bu durumu çok iyi bildikleri halde silahsızlanma zorlamaları hep Müslümanlara karşı yapılmaktadır. Tabi buradaki gayeyi anlamak için çok zeki olmaya gerek yok.Çünkü gayet açık ve net bir şekilde anlaşılıyor ki; gaye ekonomik ve ahlaki işgalden sonra silahsızlandırılarak Müslümanların zayıflatılması ile Evangelist Hıristiyanların ve Yahudilerin hedefleri önündeki engelleri kaldırmaktır.
    Bu nedenle Müslümanlar bir an önce uyanmalı, bu oyuna gelmemeli ve kendilerini savunacak en son teknoloji ile silahları üretmeyi öğrenmelidir. Çünkü bir gün terörist ilan edilmek ve “kitle imha silahı bulunduruyor” suçlamasıyla karşılaşmak uzak bir ihtimal olmayacaktır. Şayet bu oyuna gelinecek olursa; bir gün gelir kapımızı düşman askeri çalar ve kafamıza çuvalı geçirir. Hatta elini kolunu sallayarak Kabe’yi işgale kalkışırda biz kadınlar gibi ağlamaktan başka bir şey yapamayız.
.
Mus’ab KÖYLÜOĞLU
  Bir toplumun yapısını oluşturan en önemli faktör dindir. Dinin toplum kültürü üzerinde çok büyük bir etkisi vardır. Dinin, ölçülerini belirlediği hayat tarzı insanların her türlü davranışı üzerinde etkilidir. Müslüman toplumlarda da İslam dininin belirlediği çerçeveler doğrultusunda kültürel yapı şekillenmiştir. Bir çok ırktan oluşan İslam toplumu ayrı ayrı bölgelerde bulunmalarına rağmen ortak payda olan İslam dini nedeniyle kültürel yapıda çok büyük benzerlikler arz etmektedir. İslam bütünüyle bir hayat tarzı olduğu için hayat bulduğu toplumların yeme, içme, giyme, eğlenme, kısaca her şeyini kendi kriterleri doğrultusunda şekillendirir.
   Alışkanlıklar da insanların her çağ ve her döneminde farklı farklı şekil bulmuştur. İnsanlığın ilk dönemindeki alışkanlıkları ile günümüzdeki alışkanlıkları aynı değildir. Alışkanlık önceden beri yapıla gelen davranışların devamlılığı ile ve zamanla normal bir hal’miş gibi yerleşir. İnsanların alışkanlıklarının oluşmasında aile ve toplum kültürünün büyük bir etkisi vardır. Öncelikle aile ve daha sonra da toplumdaki yaşayış şekli, ilişkiler, giyim, kuşam, davranış biçimleri v.s. alışkanlıkların oluşmasında yön tayin edicidir. İnsanlar inancının şekillendirdiği hayat tarzını zamanla alışkanlık haline getirerek hayatına yerleştirir. Doğru, yanlış, iyi, kötü kavramları inancına göre anlam kazanır. Müslüman toplumların alışkanlıklarını da  büyük ölçüde İslam dininin şekillendirdiği hayat tarzı oluşturmuştur. İslam’ın kazandırdığı alışkanlıklar huzurun ve mutluluğun yegane sebebi olmuştur. Ancak İslam’ın hakikatinden uzaklaşan Müslümanlar güzel alışkanlıklarından da uzaklaşmışlardır.
    İnsan yapısında olan bir faktörde etkileşimdir. İnsanı yaşadığı aile ortamı ve toplum etkiler. Çünkü toplumun genelinin hayat tarzı bir gün gelir diğerlerini de etkiler.
    Yaşadığımız toplumdaki örf ve adet bir anda meydana gelmemiştir zamanla kabul görmüştür. Örneğin; bir zamanlar Anadolu kadını dimi ve çar gibi kıyafetler giyerdi. Bu kıyafet o zaman ki toplum kadınlarının genelinin kıyafet şekliydi. Bunun dışında bir kıyafetle dolaşmak ayıplama ve dışlamaya neden olurdu. Ancak bu kıyafet şeklini o dönemin içinden alıp, bu günkü toplum içerisine koyduğumuzda artık toplum tarafından kabul edilmez bir alışkanlık haline geldiğini görürüz.
    Bir zamanlar; bırakın kadınları, edep sahibi erkeklerin bile dar bir kıyafet giymesi döş bağır açık gezmesi pek mümkün değildi. Kadınların bu günkü gibi adeta çırılçıplak giyinmeleri, bu kadar cüretkar bir şekilde tahrik edici olmaları bir zamanlar namuslu insanların, ve namusu uğrunda her şeyini feda etmeyi göze alabilecek insanların asla kabul edebileceği bir şey değildi. Ancak bu gün alışkanlıkların zaman içerisinde değişmesiyle bu kıyafetler sıradan bir örf haline gelmiştir.
    Globalleşen dünyada toplumların iç içe girmeleri Müslümanların bütün değerlerini yitirmelerine kendi öz kimliğinden, alışkanlıklarından uzaklaşmalarına neden olmuştur. Her türlü ulaşımın hızlanması, gayri Müslimlerin turistik faaliyetlerle Müslümanlar içerisine karışması, televizyon ve sinema faaliyetlerinin kasıtlı ve planlı olarak Müslümanlara ait olmayan hayat tarzını yıllardır vizyonda tutmaları nedeni ile Müslümanlar Hıristiyan ve Yahudilerin inanç ve yaşayış biçimine alışmıştır. 
    Zamanla gayri Müslimlerin özenilen hayat tarzının iyice kabul görmesiyle artık Müslümanlar onlar gibi iman etmeye de başlamış ve âdeta onlarla bütünleşmişlerdir. Dinimizin yasakladığı, Müslümanlara ait olmayan doğru, yanlış kavramları örf, adet ve yaşam biçimi gayet normal bir şeymiş gibi kabul edilir hale gelmiştir. İçki, kumar, zina, faiz, kadınların uygunsuz kıyafetlerle  sokaklarda dolaşmaları, insanların sadece kendileri için yaşamaları, güvensizlik, akrabalık ve komşuluk ilişkilerinin çok zayıflaması toplumun genelinin alışkanlıkları haline gelmiş ve sonunda da özenilen gayri Müslimler gibi yaşanılır hale gelinmiştir.
    İslam’dan uzaklaşma ile gayri İslam’i toplumlardan etkilenen Müslüman toplumlar bütün bozulma ve asimilasyona rağmen hâlâ bazı değerlerini muhafaza etmektedir. Bunun nedeni de dinin etkisiyle yerleşen hayat tarzının örfileşmesidir. Dinin emirleri sırf Allah(c.c.) istediği için değil toplumun kültürel değerleri gibi kabul edildiğinden örfen uygulanır hale gelmiştir.
    Örneğin; sünnet merasimleri dini boyutundan uzaklaşarak sadece fıtri yönüyle uygulanmakta, başörtüsü takanların büyük çoğunluğu toplumun psikolojik baskısı yada koca baskısı ve el ne der gibi nedenlerle başlarını örtmektedir. Kurban kesenlerin bir kısmı gücü olmadığı halde kendini zorlayarak, sırf Allah için kurban kesmekten ziyade kapısında kurban kesilmedi yada çocukları yerinmesin diye kurban kesmektedir.
   Son dönemlerde Müslümanların düğünlerinin de gayri Müslimlerin düğünlerine ne kadar benzediğini ve alışkanlıklarımızın nasılda değiştiğini görmekteyiz.
   Başka bir örnek verelim; İslam’a düşman olup ta daha şeriatten haberi olmayanların Allah’ın selamını kullanmaları bu davranışın örfen yapılan uygulamalardan olduğunu ortaya koyuyor. Kurban kesenlerin üzerine kurban kesme ibadeti düşsün, düşmesin “el ne der” düşüncesiyle kurban kesmeleri bu olayında örfileştiğini göstermektedir. Dinden, imandan ve namazdan haberi olmayan kadınlar bilincinde olmadıkları halde ya koca yada örfi baskı nedeniyle başlarını örtmektedirler. Yani aslında bu kapanma imanlarının gereği değil örfen giyilen bir kıyafet şeklinin giyilmiş olmasıdır. Bunun gibi örnekler dinin emirlerinin imanın gereği olarak değil, örfen uygulanır hale geldiğini ortaya koymaktadır.
    İslam’dan uzaklaşmanın neticesinde İslam dışı kültürlerin etkisinde kalan Müslümanların örf, adet ve alışkanlıkları da değişmiştir.
    Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki;
    “Kim bir kavme benzemeye çalışırsa oda onlardan birisi olur.” [1]
    Bu konuda sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; Müslümanların uzunca bir tarih süzgecinden geçerken uğradıkları değişim sürecindeki yanlış itikat, bidat ve hurafelerle dolu hayat tarzının etkisini kısa bir zaman diliminde Müslümanlar içerisinden söküp atmak ve bu hastalıkları tedavi etmek mümkün değildir. Bu hastalıklardan kurtulmak için bütün tepki ve kötü ithamlara göğüs gerecek, hiçbir kınayıcının kınamasından yılmayacak dava adamlarına ihtiyaç bulunmaktadır.
 .
 Mus’ab KÖYLÜOĞLU
.
.
 


[1] Ebu Davut-Kitabul libas bölümü 3512 no lu hadis
  Hiçbir zihniyet, ideoloji, toplum ve devlet kendi bünyesinde barındırdığı insanlar tarafından tek bir yumruk olmadıkça başarıya ulaşmamış, hükmünü devam ettirememiştir. Tarih boyunca ortaya çıkmış bütün devletler ve dinler, bünyesinde barındırdığı insanların birlik ve beraberliği sayesinde yayılmış ve yaşayabilmiştir.
    İslam dininin ilk ortaya çıkışından günümüze kadar geçen sürecine baktığımızda asr’ı saadet döneminden sonra yavaş, yavaş birlik ve beraberliğin bozulduğu ve günümüze gelene kadar geçen süreçte de ayrılığın iyice arttığı görülmektedir. Bu ayrılık ilk dönemlerde devlet yönetimi ile ilgili ihtilaflardan kaynaklanıyordu. Ancak daha sonra ki dönemlerde özellikle itikat alanındaki görüş ayrılıkları ümmetin birlik ve beraberliğinin bozulmasındaki en önemli faktör haline gelmiştir. Görüş ayrılıkları her geçen gün derinleşmiş ve adeta kesin hatlarla ayrılmış bir din anlayışı haline gelmiştir. Tarihi gelişmelere bakıldığında görüş ayrılıklarının İslam düşmanlarının da çabalarıyla daha da derinleştiği ve düşmanlık boyutuna ulaştığı görülmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) veda hutbesinde ümmetini uyardığı halde yinede bu ayrılıkların düşmanlıkların artması Müslümanların Peygamberlerinin emanetine gerektiği gibi sahip çıkmadıklarını göstermektedir. O “sizi gecesi ile gündüzü apaçık bir yol üzere bırakıyorum “ ve “üstünlük takvadadır” size “Kur’an ve sünnetimi bırakıyorum bunlara sımsıkı tutunun” dediği halde ümmeti paramparça olmuşsa; bunun sebebi kesinlikle Allah ve Rasulünü anlamamaktır. Müslümanlar arasındaki ayrılıkları rahmet olarak gören bir zihniyet her ne kadar Allah ve Rasulüne tabi olduklarını iddia etse de bunu Allah’ın ve peygamberin emirleriyle bağdaştırmak mümkün değildir.
      Müslümanların birlik ve beraberliğinin bozulmasındaki en önemli faktörler mezhep ve kavmiyetçilik hastalığıdır.
     Dünya üzerinde bulunan Müslüman devletler bir zamanlar bir tek halife etrafında toplanıyordu. Mezhep ayrılıkları bir tarafa en azından devlet olarak birliği devam ettiriyordu. Ancak körüklenen ırk ayrımcılığı bu birliğin dağılmasına neden oldu. İslam’a engel olamayan Gayri Müslimler mezhep ve ırk ayrımcılığını çok iyi değerlendirerek sonunda Müslümanları parçalamayı başarmışlardır. Yaklaşık olarak iki milyarlık İslam toplumunun onlarca mezhebi ve onlarca devleti bulunmaktadır. Coğrafi yerleşim olarak ta bir çok doğal kaynaklara sahip olmalarına rağmen, ekonomik olarak süper imkanlara sahip olmaları gerekirken bir türlü fakirliklerden, karmaşalardan ve çekişmelerden kurtulamamaktadır.
    Müslümanlar aralarındaki bölünmüşlük sadece mezhep ve ırk ayrılıklarıyla kalmamış, bir de cemaatler ve tarikatlar ayrılığı bu husustaki rolünü üstlenmiştir. Cemaatler ve Tarikatlar ilk bakışta bir dalın budakları gibi gözükse de uygulamada ne bir araya gelmekte, ne de beraber hareket etmektedir. Her gurup kendi liderini Rasulullah’ın halifesi olmaya, asrın müceddidi olmaya en layık kişi ve görüşleri en isabetli lider olarak görmektedir. Bu durum bir futbol takımını tutan fanatik taraftarlık şeklinde tezahür etmektedir. Bu anlayıştaki insanlar cemaatlerinin ve liderlerinin fahri savunuculuğunu yapmakta ve takım tutan holiganlar gibi oldukları içinde hiçbir gerekçeye ihtiyaç duymadan bildiği dini çizgiden şaşmamaktadır.
    Peygamberimiz (s.a.v.) kavmiyetçiliği reddetmiştir. Irk ayrımcılığı dinin asla kabul etmediği bir hastalıktır ve reddedilmiştir.
      BİRLİK VE BERABERLİK İÇİN
   1- Allah ve Rasulünün rızası için bütün ihtilaf, bölünmüşlük ve parçalanmışlıkları bir tarafa bırakın.
     2- Görüşlerini benimsediğiniz mezhebiniz her ne olursa olsun, bütün Müslümanlara kucak açın ve onları anlamaya çalışın. Mezhebinizi tabulaştırmayın.
    3- Müslümanların en önemli hastalığı cahilliktir. Herkesin babadan dededen ve yakın çevresinden duyduğu ve gördüğü bir İslam anlayışı var ve bunu hak zannediyor. Gerekli ilimden yoksun kalmış ve öğrenme imkanı bulamamış ve ayrıca sözüm ona maneviyatta otorite kabul ettikleri alimlere aşırı güvenmekte olan cahilliğe itilmiş Müslümanlar ne şirk’in nede bidatlerin ne olduğunu dahi bilmiyor. Bilse de bu hatalara düşmediğini yaptıklarının dinin emri dışında şeyler olmadığını zannediyor. Bu insanları tekfir etmek ve dışlamak yerine uygun bir üslupla ilmi izahatlarla, hakaret noktasına varmadan kazanmaya çalışmak gerekmektedir. Çünkü günümüzde Kafir, münafık ve fasık adeta iç içe girmiş durumdadır. Kendi görüşünüzü benimsemese de açıktan inkar etmedikçe kimseyi tekfir etmeyin ve dışlamayın. Böyle bir şeyle mükellef değilsiniz.
    5- Birlik ve beraberliği teşvik edici faaliyetler düzenleyin.
    6- Şunu unutmayın ki: Müslümanların ihtilafı Gayri Müslimlerin işine gelmekte asla tek yumruk olmalarını istememektedirler. Bu durumun devamı Müslümanların zayıflaması ve kafirlerinde Müslümanları acılar içerisinde ezmesine zemin hazırlamaktadır. Onların gayesi İslam’ı yok etmektir.
   7- Birliğe engel teşkil eden ve bu yönde şahsi hırslarının kendilerine engel olduğu liderlerinizi uyarın. Alim diye tanınan herkese itibar etmeyin. Özellikle dinde yeni bir şey icat edenleri uyarın vazgeçmezse onun sebep olduğu tefrikaya iştirak etmeyin.
   8- Politikacıların ve partilerin Müslümanları bölmesine izin vermeyin. Partiyi amaç değil araç olarak kullanın.
 .
.
Ebu Muhammed Musab KÖYLÜOĞLU