ZİKİR: Anmak, hatırlamak, yâd etmek manâlarına gelir. Allah’ın ad ve unvanlarının teker, teker veya birkaçının bir arada tekrar edilmesinden ibarettir. Zikir, Allah’ı münferiden yani bireysel olarak veya topluca anma şeklinde edâ edilir.
   Cenabı Hak (c.c.) Kuran’da bir çok ayette kullarından kendisini zikretmelerini ve tefekkür etmelerini istemektedir.
   Al-i İmran suresi 191. ayette şöyle buyruluyor:
اَلَّذينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فى خَلْقِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ رَبَّنَا مَاخَلَقْتَ هذَا بَاطِلًا
سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
    Onlar ki, ayakta iken de, otururken de ve yanları üzerine yatarlarken de Allah Teâlâ’yı zikrederler ve göklerin ve yerin yaradılışı hakkında tefekkürde bulunurlar. İşte onlar şöylece tespih ve duada bulunur dururlar. Ey Rabbimiz!. Sen bunları boşuna yaratmadın, Sen yücesin, artık bizleri ateş azabından koru… [1]
رِجَالٌ لَاتُلْهيهِمْ تِجَارَةٌ وَلاَ بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّهِ وَاِقَامِ الصَّلوةِ وَايتَاءِ الزَّكوةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فيهِ الْقُلُوبُ وَالْاَبْصَارُ
    “Birçok erler ki, onları ne bir ticaret ve ne de bir alım satım Allah Teâlâ’nın zikrinden ve namazı hakkıyla kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin muzdarip olacağı bir günden korkarlar.” [2]                
اَلَّذينَ امَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّهِ اَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
    “Onlar o zatlardır ki, Allah’ın zikriyle kalpleri mutmâin olduğu halde imân etmişlerdir. Haberiniz olsun ki, Allah’ın zikriyle kalpler mutmâin olur.” [3]
 وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكاً وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَى
    Ve her kim benim zikrimden kaçınırsa artık şüphe yok ki, onun için pek dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.”   Taha  20/124
قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَنِي أَعْمَى وَقَدْ كُنتُ بَصِيراً
   “Der ki: Yarabbi!.Ne için beni kör olarak haşrettin ve halbuki, ben görücü idim.”   Taha 20/125
قَالَ كَذَلِكَ أَتَتْكَ آيَاتُنَا فَنَسِيتَهَا وَكَذَلِكَ الْيَوْمَ تُنسَى
   “Allah Teâlâ da- buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana ayetlerimiz geldi, ama sen onları unutuverdin. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun.”  Taha 20/126
فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لِي وَلَا تَكْفُرُونِ
   “Artık beni zikrediniz ki ben de sizi zikredeyim. Ve bana şükrediniz, bana nankörlükte bulunmayınız.”  Bakara 2/152
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُلْهِكُمْ أَمْوَالُكُمْ وَلَا أَوْلَادُكُمْ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
   “Ey iman edenler!. Sizi mallarınız ve evlâdınız Allah’ın zikrinden alıkoymasın ve her kim, öyle yaparsa, işte hüsrâna uğramış olanlar onlardır.”  Munafıkun 63/9
 وَاذْكُرْ رَبَّكَ فى نَفْسِكَ تَضَرُّعًا وَخيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْاصَالِ وَلاَ تَكُنْ مِنَ الْغَافِلينَ
    “Ve Rab’bini içinden yalvararak, korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabahları ve akşamları zikret ve gâfillerden olma.” [4]
    Enfal suresi 45. ayette
وَاذْكُرُوا اللّهَ كَثيرًا لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
    “….Allah’ı çokça zikredin ki, felaha eresiniz [5]  Buyuruluyor.
    Peygamberimiz (s.a.v.)’de zikir hakkında şöyle buyuruyor;
    Hz. Muâz İbnu Cebel (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Kul, kendini Allah’ın azabından kurtarmada zikrullahtan daha müessir bir ameli işlememiştir.” [6]
    Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayete göre, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
    “Her kim sabah akşam yüz defa ‘Sübühanallahi ve bi Hamdihi..’ diyerek Allah’ı tespih ve tahmid ederse, kıyamet gününde hiçbir kimse bu adamın (söylediği) bu mübarek zikirlerden daha faziletlisi ile gelemez. Meğer ki, o kimse onun söylediği tespih ve tahmidin bir mislini veya daha fazlasını söylemiş olsun.” [7]
   Yine Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Rasulullah (s.a.v.)  “Muferridun ilerlediler” buyurdu. Ashab: “Müferridun nasıl adamlardır?” diye sordular.
    “Allah’ı çok zikreden erkeklerle kadınlardır.” Buyurdu. [8] 
    Cabir (r.a.)’den Resulullah’tan işittim, buyurdu ki: “Zikrin en faziletlisi Lâ ilâhe İllallah kelime-i tevhididir.” [9]
   Ebu Hureyre’nin (r.a.) rivayet ettiğine göre:  Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu: “Allah Teala’nın yeryüzünde seyahat eden bir takım melekleri vardır. Bunlar zikir meclislerini araştırırlar. İçinde Allah’ın zikredildiği bir meclis bulduklarında onlarla beraber otururlar ve birbirlerini kanatları ile kuşatırlar. Ta ki onlarla sema arasındaki mesafeyi doldururlar. Cemaat dağıldığında, yükselip semaya çıktıkları zaman Aziz ve Celil olan Allah onları pek iyi bildiği halde meleklere: “Sizler nereden geldiniz?” diye sorar. Melekler: Biz yeryüzünde senin bir takım kullarının yanından geldik ki onlar seni tesbih ediyorlar, seni tekbir ediyorlar, tehlilde bulunuyorlar, sana hamd ediyorlar ve senden istiyorlar derler. Allah: Benden ne istiyorlar? buyurur. Melekler: Senden Cennetini istiyorlar derler. Allah: Onlar benim Cennetimi görmüşler mi? buyurur. Melekler: Hayır, Rabbimiz! Eğer onlar Cennetimi görmüş olsalardı nasıl olurdu? buyurur. Melekler: Senden eman dilerler, derler. Benden niçin eman diliyorlar? diye sorar. Senin Cehenneminden Ya Rabbi! diye cevap verirler. Onlar benim Cehennemimi görmüşler mi? der. Hayır, cevabını verirler. Acaba Cehennemimi görmüş olsalar ne yaparlar? der. Senin mağfiretini talep etmektedir derler. Bunun üzerine Allah: Ben onlara mağfiret eyledim. Onlara bütün istediklerini ihsan ettim ve eman istedikleri şeyden de kendilerine eman verdim buyurur. Melekler: Ya Rabbi! O zikredenlerin içinde günahı çok olan filan kimse de vardı. Sadece oradan geçiyordu da onlarla beraber oturuvermiştir derler. Allah: Ben onu da mağfiret ettim. O cemaat öyle kemal sahibi kimselerdir ki onlarla beraber oturan kimseler şaki olamaz! buyurur.”    Sahihi Müslim (Arapça) 4854
   Ebu Hureyre’nin (r.a.) haber verdiğine göre: Allah Resulü (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Aziz ve Celil Allah şöyle buyurur: Ben kulumun beni zannettiği gibiyim. Kulum beni anarken ben muhakkak onunla beraber bulunurum. Eğer o beni gönlünde gizlice zikrederse, ben de onu gönlümde zikrederim. Eğer o beni bir cemaat içinde zikrederse, ben de onu o cemaatten daha hayırlı bir cemaat içinde zikrederim. Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. o bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak varırım.”  Sahihi Müslim (Arapça) 4832
   Bütün bu ayet ve hadisler zikrin ehemmiyetini izah etmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) her davranışında oturmasında kalkmasında, uyumasında, yemesinde, içmesinde, tuvalet ve banyosunda  kısaca hayatın her anında yaptığı zikirleri bize yaşayarak öğretmiştir. ve bu konuda müminlerin en güzel örneğidir. Onun 24 saat içerisinde yapmış olduğu bütün zikirler iman eden bir mümin için en güzel ve yeterli zikirlerdir.
   Zikir sadece tespih ve sayısal zikirlerden ibaret zannedilmemelidir. Allah (c.c.) ayetlerde kurandan da zikir diye bahsetmektedir. Zikrin sadece sayısal tespih ve belli zikirlerin topluca yada münferiden yapılması şeklinde algılanması nedeniyle Allah’ın zikir diye bahsettiği kuran anlaşılması gereken halinden uzaklaşmıştır. Bazı guruplarda zikir yapmak olmazsa olmaz meselelerden sayılırken Allah’ın zikir diye bahsettiği kuranın  öğretilmesi ve okunması bu derece yer etmemiştir. Hal bu ki asıl zikir kuran’ın anlaşılması ve onun hükümlerinin akledilerek hayatımızın her alanında yer almasıyla olacaktır. Sahabenin hayatına baktığımızda namazdan sonra yapılan sayısal tesbihatın dışında onlardan sayısal ve belli zamanlarda yapılan zikirleri değil Kuran’ın çokça okunmasını ve onunla amel edilmesini görüyoruz.
    Kurandan zikir diye bahsedilen Enbiya suresi 50. ayette şöyle buyuruyor:
وَهَذَا ذِكْرٌ مُّبَارَكٌ أَنزَلْنَاهُ أَفَأَنتُمْ لَهُ مُنكِرُونَ
   “Ve işte bu bir mübarek zikirdir ki, onu biz indirdik. Şimdi onu inkar mı ediyorsunuz?”  Enbiya 21/50
وَقَالُواْ يَا أَيُّهَا الَّذِي نُزِّلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ إِنَّكَ لَمَجْنُونٌ
    “Ve dediler ki: Ey üzerine zikir indirilmiş olan  Şüphe yok sen elbette bir mecnunsun.”  Hicr 15/6
    Başka bir açıdan bakıldığında Kuran’ı bütünüyle anlamadan ve öğrenmeden ve onunla amel etmeden bir köşeye geçip bir de uydurdukları şekliyle zikir yaptıklarını zannedenler bu dini anlayamamış kişilerdir.
    Ayrıca zikri şöyle de izah edebiliriz: Allah’ın anıldığı ve onun dininin öğretildiği, onun sohbetinin yapıldığı bir ilim meclisi Allah’ın zikredildiği bir yerdir. Bu meclislerde insanlar kuranı öğreniyorsa, fıkhı öğreniyorsa yani Rabbinin şeraitini öğreniyorsa O’nu anıp, zikretmiş olmuyor mu? Örneğin kendisine zina teklif eden birisine Allah korkusu nedeniyle ben Allah’tan korkarım diyerek bir insanın zinadan kendisini çekmesi Rabbini hatırlamak değil midir? Bir esnafın müşterisine verdiği bir  malı tartarken Allah korkusu nedeniyle terazinin kefesini müşteriden yana doldurması da Rabbini hatırlamak değil midir? Gözlerini harama bakmaktan çeviren, kul hakkının geçmemesi için kimsenin olmadığı bir yerde sadece Allah’tan korkması nedeniyle insanların hakkını adaletli bir şekilde gözeten kimse de Rabbini hatırlamış ve onun emrini yerine getirerek zikretmiş olmuyor mu? Bu verdiğimiz örnekler ve buna benzer bir çok örneğini verebileceğimiz şeyleri yapmayıp yani buralarda Allah’ı unutanlar, ellerinde tespihle bol bol Allah’u ekber diyerek sadece kendilerini kandırırlar. Çünkü hayatın bir çok alanında Allah’ın emrine uymayıp onu büyüklemeyenler, onun emrini küçük görerek arkalarına atanlar Allah en büyüktür diye zikir çekseler bile bu kuru bir sözden ibaret olacaktır. Yani tevhidi hayatına yerleştirmemiş olanlar, hayatında Allah’tan başka her kesin hüküm koyduğu insanlar yerlerinden hiç kalkmadan günlerce kelime-i tevhid zikrini çekseler bile bu onların yorgunluğundan başka bir işe yaramayacaktır. Çünkü bu dinin temeli tevhid üzerine kurulmuştur.
    Bakara suresi 152. ayette şöyle buyruluyor: فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ  “Beni zikredin ki bende sizi zikredeyim” Yani siz emirlerimi yerine getirme, haramlardan sakınma hususunda  beni hatırlarsanız ben de dünyada ve ahirette size yardım eder, mağfiret eder ve sizi hoşnut olacağınız bir yere getiririm. Ama siz beni haramlardan sakınma hususunda hatırlamazsanız dolayısıyla zikretmezseniz dünyada ve ahirette de ben sizi zikretmem ve ortada bırakırım.
    Peygamberimiz (s.a.v.) üzerinde emri olmayan işin reddolunacağını ve din adına yapılan her yeniliğin bidat olduğunu ve her bidat’inde sapıklık olduğunu söylediği halde, dine bir şeyler sokmaya çalışanlar zikir konusunda da yenilikler icat ettiler. Zikir şüphesiz haktır. Ancak zikri yanlış anlayıp, onu sadece tesbihat olarak görmek, zikri olması gerekenden farklı anlamak ve onun yapılış şeklini peygamberin zikir’i dışındaki şekillere sokmak bidattir.
    Günümüzde zikir şekli bazı gurup ve cemaatler içerisinde Peygamberimizin emretmediği şekillerde tezahür etmektedir. Örneğin bazıları dönerek Allah’ı zikretmekte, bazıları tuhaf refleksler ve sesler çıkararak zikretmekte ve bazıları da zikri kendilerince belirledikleri sayısal bir düzene sokarak çeşitli terbiye metotları uygulamaktadırlar. Bu sonradan çıkma bidat olan zikir şekillerini maddeler halinde inceleyelim.
    1- Semazenlerin yapmış olduğu dönerek yapılan zikir şekli ne Peygamberimizde, ne Ashabında, ne tabiinde, nede sonraki dönemlerde görülmemiştir. Tâki Mevlana Celaleddini Rumi’ye kadar. Bu zikir şeklinin İslam’a bulaştırılması karşısında dini yanlış anlayan alimler tarafından karşı çıkmayı bırakın bu yetmiyor gibi bir de övülmesi içine düşülen içler acısı tahrifatın daha sonraki yıllarda daha da artmasına neden olmuştur. Bidat ehli bu bidatleri ortaya koyarken hep güzel bir bidat olduğunu savunmuşlar ve ehl-i sünnetin durun ne yapıyorsunuz dinde böyle bir şey yok bunu yapmayın dediğinde ise sen kim oluyorsun da koskoca mevlana’ya dil uzatıyorsun sen sapıksın evliyaya dil uzatıyorsun gibi ifadeler ile ithamlar etmişlerdir. Oysa yapılan bu bidatin savunucuları yapılan fiilin Allah ve Resülünün emirlerine uymayarak onlara karşı çıkmak olduğunu, isyan etmek olduğunu idrak edememektedirler. Günümüzde semazenlerin yaptığı bu bidat iyice çığırından çıkarak çeşitli kültür etkinliklerine, düğünlere, sünnet merasimlerine ve Turizm alanında düzenlenen gösterilere renk katan bir aksesuar haline gelmiştir. Bu bidati savunanlar naasları tahrif ederek Allah ve Resulünü kızdırmaktan korkmayıp, yapmayın, bırakın bu bidatleri diyenleri evliya düşmanı olarak görmektedirler.
   2- Bazı tarikatlar zikir esnasında şişleme merasimi yapmakta ve bu davranışı da zikrin bir parçasıymış gibi göstermektedirler. Bu sapık davranışlarının dinde hiçbir delili bulunmamaktadır. Ancak bu insanlar peşinden gittikleri bazı insanların rüyalarını ve çeşitli vehimlerini delil kabul ederek bu bidatleri işlemektedirler. Bu olağan üstü işlerin insanların islam’a girmelerini sağlayacağı iman edenlerin imanını artıracağı inancını taşımaktadırlar. Oysa onların yaptığının daha fazlasını hinduizm ve bazı sapık din mensupları da yapabilmektedir. Ayrıca bu görüntüleri görenler bırakın hayranlıkla bakmayı ve etkilenmeyi, dehşete kapılmaktadırlar. Tevhidi, kuran ve sünneti bilen birisi için yeterince olağan üstü mucize vardır. Ayrıca peygamberimiz ve ashabından ve onlardan sonraki nesilden hiç birinden böyle şişlemeli, kılıçlı, kafasına, sağına soluna bir şeyler saplamalı zikir yaptıklarına dair bir sünnet rivayet edilmemiştir. O halde soruyorum hani resululah’a tabi oluyordunuz, hani onun sünnetinden kıl kadar sapmıyordunuz. Ne için sünnette olmayan şeyleri yapıyorsunuz. Rabbimizin Resulullah’a uymamız konusundaki uyarılarını burada bir kez daha hatırlatalım.
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ وَمَنْ تَوَلَّى فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا
   “Kim Peygambere itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz zaten seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermedik.”[10]
قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ
   “De ki: eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah (kullarının) günahları(nı) bağışlayandır, merhamet edendir.”[11]
وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
    “Peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi de yasakladı ise ondan sakının. Allah’tan korkun, çünkü Allah, azabı çok çetin olandır.”[12]  Buyuruluyor.
    3- Bazı tarikatların çeşitli sayısal düzenlemeler yaparak ve bazı kademelerine de makamlar koyarak zikri sınıflandırmaları, Örneğin bazılarında; 500 – 1000 – 5000 – ve yüz bine varan zikri çektikten sonra kelime-i Tevhit zikri çekebilirsiniz. Tahminen yüz bin gibi bir rakam kadar “Allah” zikri ile meşgul olmak bir insanın günde en az 5-6 saatini alır. Böyle bir metodu peygamberimiz (s.a.v.)’de göremiyoruz. O hiçbir sahabesini bu tip terbiye metotlarıyla terbiye etmemiştir.  Peygamberimiz ve Ashabı tek başına mücerred bir mana ifade etmeyen “Allah” zikri ile değil Sübhanallah, Elhamdulillah ve Allahu Ekber, Sübühanallahi ve bi Hamdihi, Lâ havle ve Lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azim, Lâ ilâhe illallâhu vahdehu Lâ şerike leh lehul mulku ve lehul hamd’u ve huve alâ kulli şeyin kadir. Gibi zikirlerle meşgul olmuşlardır. Onların hayatını incelediğimizde kuranla çok meşgul olduklarını görmekteyiz. Ayrıca En büyük zikir Kuran’dır. Yıllarca tarikatın içinde bulunan  Kuran’ı doğru dürüst okumayı dahi bilmeyen insanların öncelikle Kuran’ı öğrenmesi ve zikretmesi gerekir. Müslümanlar Dünyanın bir çok bölgesinde ezilirken, tecavüze uğrarken her türlü sıkıntıya duçar olmuşken geçip bir köşede 1 milyon kere, 10 milyon kere “Allah” diye zikir çekseniz bile, eğer Tevhidi bir imanı kalbinize yerleştirememişseniz müminler için hiçbir şey yapmıyorsanız bu zikrin çok fazla bir faydası olmaz. Kafirlerin ekonomik, Teknolojik ve askeri alanda Müslümanların kat, kat üstünde olduğu bir dönemde Müslüman’ın zikri (virdi) ilim olmalı, çalışmak ve her alanda güçlenmek için çaba göstermek olmalıdır. Günün şartlarında yapılabilecek en büyük zikir budur.
    Bu şekilde zikirle meşgul olurken dünyadan habersiz bir şekilde yaşayanların hali: malını mülkünü çalmak üzere evine hırsız giren ve bununla da kalmayıp ırzına namusuna yönelen hırsızı durdurmak yerine evin başka bir köşesinde zikirle meşgul olan adamın haline benzemektedir. Dünyanın bir çok bölgesinde ve hatta kendi yaşadığımız bölgelerde Müslümanlar sıkıntı içerisinde yaşamaktadır. Müslümanların bu zilletten kurtulması için her türlü çabayı ve çalışmayı göstermeksizin bir köşede zikirle meşgul olanlar bununla oyalanadursun bu arada kafirler her türlü alanda teknolojik gelişmelerde bulunmaktadır. Bu nedenle Müslümanlar ile kafirler arasında büyük bir güç farkı meydana gelmiştir.
    Zikri Peygamberin yapmadığı şekilde yapanlara misal olması bakımından şu hadise ne kadar çarpıcıdır.  
   Biz İbni Mes’ud’un kapısında oturuyorduk vakit akşam ile yatsı arası idi Ebu Musa İbni Mes’ud’a gelerek “dışarı çık ey Eba Abdirrahman” dedi ibni mes’ud dışarı çıktı Ebu Musa’ya seni bu saat de kapıma getiren nedir dedi Ebu Musa Allah’ yemin ederim ki ben bir durumla karşılaştım o beni korkuttu inşallah hayırdır dedi ve konuşmasını şöyle sürdürdü “ mescidde bir topluluk gördüm içlerinden birisi şu kadar  Sübhanallah  şu kadar Elhamdulillah deyin diyordu bunun üzerine Abdullah gitti bizde beraberinde gittik onların yanına vardı ve “ siz nede çabuk sapıttınız halbuki Muhammed’in ashabı diridir, hanımları da daha yaşlanmadı peygamberin elbiseleri ve yemek kapları daha bozulmadı, siz oturup günahlarınızı sayın ben iyiliklerinizin Allah tarafından sayılacağına kefilim dedi” [13]
   “Siz bid’at olan bir şeye öncülük ediyorsunuz eğer bu yaptığınız bid’at değilse “Muhammed sapıklık içindedir” demek gerekir demiş. Abdullah b.utbe b. Erkad  “Ey ibni Mes’ud ben Allah’tan af talep ediyorum yaptığımdan pişman oldum demiş ve dağılmışlar” [14]
   Bu hadisede sahabenin zikir yapılmasına değil, onun yapılış şekline nasıl karşı çıktığını görüyoruz. Çünkü böyle olmasaydı o zaman şöyle derdi; nasılsa sonuçta Allah’ın zikriyle meşguller bunda ne sakınca olabilir ki. Ama böyle demiyor şiddetle karşı çıkıyor, onları uyarıyor ve onlarda tövbe edip dağılıyorlar. Oysa günümüz bidatçileri yapılan uyarıları bir türlü dikkate almayarak uydurdukları bidatlere Kuran ve sünnetten sündürerek tevil edip, delil bulmaya çalışıyorlar.                                             
   4- Bazı guruplar tarafından oluşturulan zikir meclislerinde yapılan zikirlerin ölmüş bir takım zat’lara hediye edilerek onların ruhaniyetinden yardım talep etmek dinde olmayan uygulamalardır.
وَمَنْ اَضَلُّ مِمَّنْ يَدْعُوا مِنْ دُونِ اللَََّهِ مَنْ لاَيَسْتَجيبُ لَهُ اِلى يَوْمِ الْقِيمَةِ وَهُمْ عَنْ دُعَائِهِمْ غَافِلُونَ (5) وَاِذَا حُشِرَ
النَّاسُ كَانُوا لَهُمْ اَعْدَاءً وَكَانُوا بِعِبَادَتِهِمْ كَافِرينَ (6)
     “Allah’ın yakınından kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseleri çağırandan daha sapık kimdir? Oysa ki bunlar onların çağrısının farkında değillerdir.”
     “O insanlar bir araya getirildiği gün, bunlar onlara düşman olacak, onlara kulluk ettiklerini kabul etmeyeceklerdir.” [15]
وَالَّذينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِه لَا يَسْتَطيعُونَ نَصْرَكُمْ وَلاَ اَنْفُسَهُمْ  يَنْصُرُونَ (197)
       “Onun yakınından çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler” [16]
      Böyle zikir meclislerinde Allah’tan başkasından yardım isteyenler, bu meclis üzerine Allah’ın Rahmetini değil ancak gazabını indirir. Bu hususta sahabenin hayatına baktığımızda hiç birisinin peygamberimizin ruhaniyetinden yardım talep etmediklerini ve himmet beklemediklerini görüyoruz.  Bu şirki işleyenler haddi aşarak takvada sahabeyi bile geride bırakmışlardır. Şimdi bu bidatçilere soruyoruz Resulullah’ın sünnetine uyuyorsanız bu davranış onun sahabesinde yok o halde bundan sonra bu şirki ve bidatleri terk edersiniz değil mi?  
    5- Bazı guruplar örtü altına girerek ve dili üst damağa yapıştırıp yaptıkları tefekkürü “hafi zikir” olarak kabul etmektedir halbuki zikir olabilmesi için kısık da olsa ses çıkması gerekir. Sessiz olarak yapılan bu zikir şeklinin Nakşibendi tarikatı tarafından Hz. Ebu Bekir (r.a.)’e kadar dayandırılmasının ve bu zikrin mağarada Peygamberimiz tarafından Hz. Ebu Bekir (r.a.)’e öğretildiği şeklindeki nakillerin aslı bulunmamaktadır. Düşmanın peşlerinde olması nedeniyle Peygamberimiz için endişelenen Ebu Bekir (r.a.)’e Peygamberimiz şöyle söylemiştir; “Ey Ebu Bekir korkma Allah bizimle beraberdir “[17], “Üçüncüleri Allah olan iki kişi için seni üzen şey ne olabilir ?”dedi. [18]
    Peygamberimiz Hz Ebu Bekir (r.a.)’e bak! şimdi sana bir zikir öğreteceğim bu çok faziletli bir zikir diyerek dilini üst damağına yapıştır sonrada içinden Allah diyerek zikret, gibi bir zikir tarifinde bulunmamıştır. Ayrıca Peygamberimiz ve sahabeden bir örtü altına girerek yapılan bir zikir şekli görülmemiştir ve dolayısıyla bidattir.
    Bidatçiler ve onların taklitçileri bize hep şunu söylerler: Şahı Nakşıbendi anlamadı da siz mi anladınız? İmam Rabbani bilmiyor da siz mi biliyorsunuz? Mevlana’ya bidatçi mi diyorsun? Evliyaya dil mi uzatıyorsun? Yada  o kadar profesör anlamadı da sen mi anladın.
    Bizde onlara soruyoruz: Bu dini Sahabe anlamadı da Şahı Nakşibendi mi daha iyi anladı? Ebu Bekir’ler Hz Ömer’ler, Hz. Ali’ler anlamadı da İmam Rabbani mi daha iyi anladı? Yada Sahabe anlamadı da o profesörleriniz mi daha iyi anladı? Yapmayın Allah aşkına bırakın bu bidatleri ve Allahın gazabından sakının. Bu bizim size yapmış olduğumuz bir tebliğdir. Ve Rabbimiz şahit olsun ki biz sizi uyardık. Hidayet ancak Allah’tandır.
    Peygamberimizin yapmış olduğu bütün zikirleri hakkında daha geniş bilgi sahibi olmak isteyenler İmam Nevevi’nin Ezkar ismiyle ünlü eserine baktıklarında yeterince bilgi sahibi olabilirler.
 
    Ebu Muhammed Musab Köylüoğlu
 

[1]Al-i İmran 3/191
[2]Nur 24/37
[3] Rad 13/28
[4]Araf 7/205
[5]Enfal 8/45
[6] Tirmizi- İbni Mace
[7] Müslim
[8] Müslim
[9] Tirmizi
[10]Nisâ Sûresi: 80
[11]Âl-i İmrân Sûresi: 31
[12]Haşr Sûresi: 7
[13] Abdullah ibni seleme – Heysemi – H.sahabe
[14] Ebul bahteri-Taberani- H.sahabe
[15] Ahkaf 46/5-6
[16]Araf 7/197
[17]Bidaye III/180- Hakim
[18]Buhari-Müslim
   İbni Abbas (radiyallahu anh)’den rivayete göre: “Rasülullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kabirleri ziyaret eden kadınlara, kabirleri mescid edinen ve oralarda kandil yakanlara lanet etti.”[1]
   Cami duvarına, kabir taşına ve mezar başına mum yakıp dilek tutmak ve benzeri davranışlarda bulunmak İslam ile alakası olmayan bidatlerden biridir. Bu âdet Müslüman Türklere Mecusilerden ve Hıristiyanlardan geçmiştir. Kabir başına mezar taşına mum yakan kişi oradaki yatırdan beklenti içerisine girmekte veya onunla bütünleştiğini ya da onun yaktığı ışığı takip ettiğini, onunla hemdem olduğunu düşünmektedir. Bu büyük bir hatadır ve şirktir. İslam’a göre insan ancak Allah’a iltica eder ve ona sığınır. O’nun dışındaki varlıklardan medet ummak yanlıştır. Bu itibarla kabirlerde mum yakma adeti yanlış bir inançtır ve hurafedir.


Ebu Muhammed Musab KÖYLÜOĞLU


[1] (Ebu Davud-Cenazeler-76-78/3236)
   Değerli kardeşlerim ehlisünnetin yolu bizim her zaman savunduğumuz bir yoldur. Bizim için en önemli ölçü her hususta Kuran ve sünnet ölçüsüdür. Savunduğumuz bütün fikirler mutlaka kuran ve sünnetten delillere dayanmaktadır. Biz hiçbir zaman delilsiz ve mesnetsiz bir şey savunmadık. Bizim fikirlerimizi ve ortaya koyduğumuz gerçekleri hiç dikkate almayanlar bizim için bir sürü hakarette bulundular.
   Biz hiç kimseye hakaret etmedik ve kimsenin şahsına aşağılayıcı eleştiriler yöneltmedik. Ancak bizim hakkımızda çeşitli hakaretler ve karalamalar yapılmaktadır. Bize yöneltilen yaftalardan bir tanesi de Vahhabilik. Bizim Vahhabi olduğumuz hakkında sözler sarfedenler ve insanları bizden sakındırmaya çalışanlar var. Ben bunlara diyorum ki: biz insanları ne Muhammed bin Abdulvehhab ne ibni Teymiyye nede bir başkasının yoluna çağırmadık. Biz insanları Allah’ın ve Resulünün yoluna çağırdık. Kim olursa olsun bu yola çağırırsa biz onunla birlikteyiz. Eğer Allah’ın ve Resulünün yolundan başka bir yola kim çağırırsa çağırsın ondan da uzağız.
   Biz sohbetlerimizde Muhammed bin Abdulvehhab’ın öğretilerini değil peygamberimizin sünnetini işledik ve bu yola çağırdık. Bizim fikirlerimiz karşısında delil getiremeyenler bizi vahhabi diye yaftalıyorlar. Bizim her ifademizde ya Kuran’dan yada sünnetten bir delil bulursunuz. Oysa insanlara hikaye anlatanlar, kurandan ve sünnetten haberi olmayanlar karşımıza delil ile gelecekleri yerde karalama yolunu seçmektedirler.
Ayrıca bizi Vahhabi diye karaladıklarını zannedenlerin Vahhabi kimdir ve bu yol nedir? Bundan haberi dahi bulunmamaktadır. Gel bakalım anlat desen doğru dürüst hiçbir bilgi veremeyecek. Ama Vahhabi onlar diyerek sanki vahhabi teröristmiş gibi, çok tehlikeli ve İslam dışı insanlar gibi lanse edilmektedir.
   Peki Muhammed b. Abdulvehhab neyi savunuyor? Buna cevabı kendisi vermiş. Şimdi ben size kendi verdiği cevapdan birkaç bölüm okumak istiyorum.
   “Bilinsin ki benim akidem, kurtulan fırka ehl-i sünnet ve’l cemaat akidesidir. O da Allah’a, meleklerine kitaplarına, resullerine, ölümden sonra dirilişe iman etmek ve hayrıyla şerriyle kadere imandır. Allah’ı kitabında ve resulünün lisanıyla kendi zatını vasfettiği gibi, tahrifsiz ve ta’tilsiz vasfetmek de Allah’a imandandır. Ben ta’til ve tahrifin tam aksine Allah’a
   “O’nun bir benzeri yoktur, O işitendir, görendir.” Diye itikad eder, ne kendi zatını vasıflandırdığı şeyleri nefyederim, ne kelimeleri tahrif edip, yerlerinden oynatırım nede isimlerinde ayetlerinde ilhada saparım. Ne nasıllığını takdir ederim, ne de O’nun sıfatlarını yaratılmışların sıfatlarına benzetirim. Çünkü O yüce zatın; ne bir adaşı, ne bir dengi, nede bir benzeri vardır. Ve o yarattıkları ile kıyaslanamaz.”
   “İtikad ediyorum ki: Kur’an Allah’ın kelamıdır, indirilmiştir, yaratılmış değildir.”
  “İman ederim ki. Allah her dilediğinimyapandır. O’nun iradesi olmaksızın hiçbir şey olmaz. Hiçbir şey O’nun meşieti dışına çıkamaz. Alemdeki hiçbir şey O’nun takdiri haricinde kalamaz.”
   “Nebi (s.a.v.)’in ölümden sonra olacak şeylere dair haber verdiği şeylere, iman ve itikad ederim. Kabir fitnesine ve nimetine ruhların cesetlere iadesine, insanların yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olarak  Rabbül Alemin için kalkacaklarına, güneşin üzerlerine yaklaşacağına, mizanın kurulacağına, onda kulların amellerinin tartılacağına iman ederim.”
  “Sıratın , cehennemin üstünde bir yamacından diğer yamacına kurulacağına, insanların onun üzerinden amelleri ölçüsünce geçeceklerine iman ederim.”
   “Nebi (s.a.v.)’in şefaatine de iman ederim. O ilk şefaatçi ve şefaati ilk kabul edilendir. Nebi (s.a.v.)’in şefaatini, bidat ve dalalet ehlinden başkası inkar etmez. Ancak şefaat izin ve rızadan sonradır.”
   “İman ederim ki: Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) nebilerin ve resullerin sonuncusudur. Kulun imanı O’nun risaletine iman etmedikçe ve nübüvvetine şehadette bulunmadıkça sahih değildir.”
   “Evliyanın kerametlerini ve keşiflerini ikrar ederim. Ancak onlar, Allah’ın hakkı olan şeylerden hiçbir şeye hak sahibi değillerdir. Allah’tan başkasının güç yetiremeyeceği şeyler onlardan istenilmez.”
   “Müslümanlardan hiç kimseyi, günahı dolayısıyla tekfir etmem ve onu İslam dairesinden dışarda görmem”
   “Bidat ehlini terk etmeyi ve tevbe edinceye kadar onlardan ayrılmayı, onlar hakkında zahir ile hükmetmeyi ve iç dünyalarını Allah’a havale etmeyi gerekli görürüm. İnanırım ki: dinde ortaya atılmış her bir yenilik bidattir.”
   “İman dil ile söylemek, azalarla amel etmek ve kalp ile tasdik etmek olduğuna, itaat ile artıp, günahlar ile eksildiğine inanırım.”
    Değerli kardeşlerim bize hakaret etmek ve bir takım yaftalar yakıştıranlar bunun yerine bize ilmi olarak karşılık vermelidirler. Biz Kuran’ı ve peygamberin sünnetini anlatırken anlattıklarımızın İbni teymiyye ile Muhammed b. Abdulvehhab ile yada bir başkasıyla örtüşmesinin nedeni kuran ve sünnete bakış açımızın aynı olmasındandır. Biz hiç tanımadığımız birçok kardeşimizle aynı şeyleri yaşadığımızı ve savunduğumuzu çok kere müşahede ettik. Buda şunu gösteriyor ki: kaynak bir olunca Müslümanların tevhidini ve bir araya gelmelerini sağlamak mümkün olmaktadır.
   Biz işin kaynağı olan Kuran’a ve sünnete davet ediyoruz. Hiçbir alim bunun ötesine geçemez. Alimler seviliyorsa bu yola davet ettikleri için seviliyor. Bu yolu kim ki öğrenir ve öğretirse savunur ve yaşarsa onun başımız üstünde yeri vardır. Bu yoldan sapanı ne alim kabul ederiz nede peşinden gidilmesini isteriz. Bizim yolumuzu açık ve net ifade ediyorum: biz ne Vahhabiyiz, ne filancı ne falancı ne mealci nede bir başkası değiliz. Biz Ehl-i Sünnet ve’l cemaatin yolu, yani Kuran ve sünnetin rehber olduğu selefi salihin yolunu takip ediyoruz. Bu yolu savunan alimleri başımızın tacı kabul eder, bu yoldan sapanlardan ise uzaklaşır ve durumlarını Allah’a havale ederiz. Biz Vahabi değil Muhammediyiz. Biz hz. peygambere iman ettik Muhammed b. Abdulvehhab’a değil. Ama eğer aynı yolda ve aynı şeyleri savunuyorsak insanlar bizi yaftalasa da Muhammed b. Abdulvehhab’ın başımızın üstünde yeri vardır. Biz bazı çevreler istediği için değil Allah ve resulünün yolu olduğu için ibadetlerimizi yapıyor ve buna göre itikadımızı şekillendiriyoruz.
   Bunun ötesinde Müslümanlara iftira atanlara ahirette verecekleri hesabı hatırlatıyorum. Hakkımızda konuşanlar ona göre konuşsunlar.
 .
Musab Köylüoğlu
 
İslam tebliğcilerinin tebliğ görevini ifa ederken büyük bir hassasiyet göstererek insanlara yaklaşması gerekmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.)’de dini tebliğ ederken oldukça dikkatli davranmış ve insanlara şefkatle yaklaşmıştır. Bu hususta Rabbimiz Âl-i İmran suresi 159. ayette peygamberimize şöyle buyuruyor: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi….”
    Peygamberimiz tebliğde ılımlı ve güzel bir yaklaşımda bulunurken İslam’ın esaslarını olduğu gibi tebliğ etmiştir. Müşriklerin yapmış oldukları işlerin yanlışlığını onların yüzlerine karşı tebliğ etmiştir. Bu gün için hele güzel ahlakı ve ortak değerleri işleyeyim ve onlarla ortak bir noktada hareket edelim, daha sonra diğer konulara geçerim demedi. Müşrikleri kendilerince vasıflandırdıkları şekilde değil, İslam’ın vasıflandırdığı bir Allah’a kulluk etmeye çağırdı. Şirk’i ve tağut’u anlatırken hükmün Allah’a ait olduğunu her zaman çekinmeden vurguladı. Yani nezaketle Hakkı her zaman ortaya koydu.
   Cenabı-ı Hak (c.c.) de bir Müslüman’ın yaklaşım tarzı hakkında şöyle buyuruyor: “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.’ Şu kadar var ki, İbrahim babasına: ‘Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez.’ demişti. Müminler daima şöyle dediler: ‘Rabbimiz! Ancak Sana dayandık, Sana yöneldik; dönüş de ancak sanadır.’” (Mümtehine, 4)
    “Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir! (Seninle) alay edenlere karşı biz sana yeteriz. Onlar Allah ile beraber başka bir ilah edinenlerdir. (Kimin doğru olduğunu) yakında bilecekler!” Hicr 15/94-95-96
   Ilımlı bir yaklaşım hakkın güzel ifadelerle ortaya konulmasıdır. Yoksa ılımlı yaklaşımdan kasıt bir takım çevrelerin şirk, bidat ve hurafelerle doldurdukları bir din yapısını görmemezlikten gelmek demek değildir. Peygamberimiz, sahabesi ve daha sonra yaşayan âlimler hiçbir zaman hakikatleri ortaya koymaktan çekinmemiştir. Etraflarında ne kadar insanın olduğu ve gerçekleri söylemesi halinde insanların onun yanından uzaklaşabileceği endişesine kapılmamışlardır.
   Bazı çevreler ile ortak noktalarda buluşulabilir mi? Diye çok düşündüm. Ama bunun kısmen ve bazı cemaatler için mümkün olabileceğini anladım. Örneğin tabi oldukları âlime ait kitabın Allah tarafından yazdırıldığını iddia eden bir toplulukla anlaşmanın mümkün olamayacağını gördüm. Allah’ın yakınından ilahlar edinen ve onları Allah’ı sever gibi seven bir toplulukla anlaşmanın mümkün olamayacağını gördüm. Sadece Kuran’ı alıp, sünneti görmezden gelen bir toplulukla ortak noktada buluşmanın mümkün olamayacağını gördüm. Bunun birçok örneği verilebilir. Yıllar öncesinden gelen bir tecrübeyle ifade ediyorum ki, çeşitli cemaatler içerisinde bulunarak yanlışlıklara karşı mücadeleyi bizzat denedim. Ama bunun sadece taviz vermekten ve gerçekleri yumuşatmaktan öteye gitmediğini gördüm. Olumlu yaklaşalım, ılımlı olalım ve zamanla öğretelim diye diye yıllarımız geçti. Ama taviz veren hep biz olduk. Bu yaklaşımımızla karşı taraf inandıklarından hiç taviz vermediğini gördüm.
   Ortak nokta da buluşmak için gayret sarf edecek olunursa diğerlerinin yaptıklarını görmezden gelmekten başka çare bulunmamaktadır. Aksi halde göz göre göre yanlışlar ile ortak noktada durmak mümkün değildir. Yani bir kova su içerisine bir damla idrar damladığını görseniz, görmezden gelerek o suyu içmeniz mümkün değildir. Mutlaka tiksinir ve içemezsiniz. Ortak noktalardan kasıt güzel ahlaka yönelik tebliğ çalışması dersek bu ilk bakışta olumlu bir yaklaşım olarak kabul edilebilir. Ancak bir gün mutlaka ihtilaf edilen konular karşımıza çıkacak ve ayrılık yeniden ortaya çıkacaktır.
   Daha önceki dönemlerde ve günümüzde insanlara yaklaşımda ortak noktaları dikkate alarak çaba harcayanlar hakkı tebliğ ederken taviz vermek zorunda kalmışlardır. Çünkü diğerlerini gücendirmek ve onların değerlerine dil uzatmamak adına haktan ödün verilmek ya da yumuşatıcı tevillere gidilmek zorunda kalınmıştır. Hakk’ı savunanlar sırf tebliğ için olumlu yaklaşımlarda bulunmak adına büyük bir itina gösterirken, aynı davranış diğerlerinde görülmemektedir. Hatta biraz olsun kendi görüşlerine ters bir şey söylendiğinde hemen hakarete başvururlar. Sizi sapık ilan ederken hangi kategoriye girdiğinizi bile söylerler.
    Peygamberimiz (s.a.v.)’de sırf getirmiş olduğu inanç esasları yüzünden birçok sıkıntılar, dışlamalar, alay etmeler ve hatta işkenceler ile karşılaşmıştır. Onun sünnetine tabi olanlarda aynı sünneti mutlaka yaşayacaklardır.
    Peygamberimize Darü’n-Nedve’de söz sahibi olmayı teklif edenler, biraz senin dinine, biraz bizim dinimize göre yaşayalım diye teklif edenler, ondan bazı ortak noktalarda buluşmayı teklif ettiler. Ama peygamberimiz (s.a.v.) taviz vermeden Allah’ın dinini O’nun istediği şekilde ortaya koymaya çalıştı ve Hakkı batıl ile asla karıştırmadı.
   Hz. Peygamber (s.a.s), Kâbe’yi tavaf ederken Kureyş müşriklerinden yaşlı ve sözü geçen kimselerden bir grup yanına geldi:
- Sana bir teklifimiz olacak. Onda hem senin için, hem de bizim için iyilikler var!
- Teklifiniz nedir?
- Sen bizim ilahlarımız Lat ve Uzza’ya bir yıl tap! Biz de senin ilahına bir yıl tapalım. Böylece aramızda barış meydana gelsin. Senin taptığın bizim taptığımızdan daha hayırlı ise biz ondan nasibimizi almış oluruz. Eğer, bizim taptıklarımız daha doğru ise, sen de ondan nasibini almış olursun!
- Ben Allah’a ibadet ederken, kendisinden başkasına ortak koşmaktan Allah’a sığınırım!
Bu konuda Allah katından da şu ayetler indi:
   “(Ey Rasûlüm!) De ki: “Gökleri ve yeri yoktan var eden, (bütün yaratıkları) beslediği halde, beslenme ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı veli (dost ve işlerimi kendisi kendisine bıraktığım vekil) edineceğim?” (Yine) de ki: “Bana, Müslüman olanların ilki olmam emredildi ve aslâ müşriklerden olma! (buyuruldu.)” En’am 6/14
  “(Rasûlüm!) De ki: “Ey kâfirler!” (Ey, İslâm karşıtları!) Kafirun 109/01
  “Sizin tapmakta olduklarınıza ben tapmam.” 109/02
  “Siz de (aslında) benim ibâdet ettiğime ibâdet/kulluk edecek değilsiniz.” 109/03
  “Zaten ben sizin taptığınız şeylere aslâ tapacak değilim.”109/04
  ‘Allah var’ deseniz bile. [10/31; 23/84-89]
  “Siz de (aslında) benim ibâdet ettiğime ibadet/kulluk edenlerden değilsiniz.”109/05
  “Sizin (bâtıl) dîniniz size, benim (hak olan) dînim de banadır.” 109/06
  Bu ayetler müşriklere ve kâfirlere karşı takınılması gereken bir tavırdan bahsetmektedir. Ancak Allah’ın dinini tahrif eden ve onu Allah’ın ve Resulunün istediği bir şekilde değil de hevesleri doğrultusunda adeta başka bir din haline getirmiş batıl ehli kimseler için düşündüğümüzde Hak ile batıl arasında bir ortak nokta olamayacağını ortaya koymaktadır.
  Ilımlı yaklaşım adına şirk, bidat ve hurafeler görmezden gelinemez. Birçok âlim ve vaaz gördüm ki, sırf bulundukları makamı kaybetmemek adına ve etraflarında bulunan insanların dağılmaması adına haktan taviz veriyorlardı. Ama bu yaklaşımlar yüzünden gerçekler hep gizli kaldı. Bir diyanet yetkilisinin hadisçiler tarafından uydurma diye ortaya koyulan bir rivayet için kendisine gelen tepkiler yüzünden “Her ne kadar uydurma olsa da âlimlerimiz kitaplarında yazmış” diyerek bir uydurmaya sahip çıkmaya çalıştığını gördüğümde Hakkın nasıl batıl ile karıştırıldığına şahit oldum.
   Tarihte İbni Teymiyye gibi hakkı söylemekten çekinmeyen âlimler de oldu. İnsanların uzaklaşacağı endişesine kapılıp da herkesin memnun olacağı bir yola başvuranlar da oldu.
   Tekfircilik elbette kötü bir davranıştır ve büyük bir fitnedir. Ama kimseyi tekfir etmeden insanları Hakka davet ederken delilleri ile konuları izah etmekten de asla geri durmamak gerekmektedir. Yoksa bu şekildeki yaklaşımlar yüzünden batıl bir gün gelir Hak diye insanların karşısına çıkartılır. Hak çeşitli çekinceler yüzünden gizlenmektedir. Oysa bu dava Hakk’ı hiçbir kimseden çekinmeden ve gerektiğinde canını dahi ortaya koymaktan çekinmeyen insanlar ile başarıya ulaşacaktır. İlk bakışta ılımlı ve görmezden gelinen yaklaşımlar ile etrafınızda insan toplulukları oluşabilir. Bu nefislerin de hoşuna gidebilir. Ama bu gün olduğu gibi daha iman esaslarından dahi habersiz, hastalıklı bir itikada sahip, şirkin ve bidatlerin içinde yüzen, en küçük bir zorluk karşısında püsünen bir topluluk ortaya çıkar. Varsın az olsun ama sağlam bir toplum olsun. Bu nefislere hoş gelecek kalabalıklardan daha hayırlıdır. Allah onları mutlaka hedefe ulaştıracaktır.
.
Musab KÖYLÜOĞLU
 
Birinin eleştirilmesi ile ona hakaret edilmesi çok farklı şeylerdir. Eleştiri yapılan işteki eksikleri ya da yanlışlıkları ilmen ortaya koyarak usulü dairesinde izahatlar yapmak farklıdır. Söz konusu işe sebep olan kişinin şahsına çeşitli sıfatlandırmalar yapmak farklıdır. Şeyhlerinin de bir insan olduğunu ve onların da hata yapabileceğini söyleyenler, şeyhlerine yapılan en küçük bir eleştiriye şiddetle karşı çıkarak o hatanın asla şeyhlerine nispet edilmesini istemezler. Şeyhin söyledikleri onlar için asla muhalefet edilmeyecek bir emirdir. Çok kere şahit olmuşumdur ki; Kuran ve sünnete ters nice işler şeyh yaptığı için bir hikmeti vardır diye caiz görülmüştür. Eleştiride bulunduğum insanların cahil fanatik taraftarları Kuran ve sünnetten apaçık ortaya koyduğum delilleri arkalarına atarak şeyhlerini savunmaya geçmiş ve beni sapıklıkla, hakaret etmekle tarikat düşmanı olmakla suçlamıştır. Oysa ne tarikatın ne de insanların şahsıyla bizim bir alıp, veremediğimiz yok. Bizim derdimiz dinimizi doğru anlayıp, doğru yaşamaya çalışmak ve dinimize bulaşan yanlışlıklardan uzaklaşmaktır. Biz insanları hep buna çağırdık.
   Bazı zatların eserleri hakkında yaptığım eleştirilere şiddetle karşı çıkan ve yıllarca insanlara önderlik yapmış bir hoca efendinin ortaya koyduğum deliller karşısında söyleyecek bir söz bulamaması insanların bir takım eserleri ve alimleri ne kadar bilgisizce yücelttiklerini ortaya koymaktadır. Yüceltmelerde bulunan insanlara, meşhur olmuş ve büyük evliya olarak bilinen bir takım zatların kitabını hiç okudun mu diye sorduğumuzda ise okumadım ama çok büyük bir evliya olarak biliyorum demesi de başka bir hastalığımızı ortaya koymaktadır. Yani birileri büyük bir alim, büyük bir evliya diyor ve onlar hakkında bir takım uydurma hikayeler anlatıyor. Ve insanlarda yeterince bilmedikleri bu insanları gün geçtikçe daha da yüceltmeye devam ediyor. Onlara inanmak, onların görüşlerini nerdeyse amentünün esaslarındanmış gibi kabul etmek gerekiyor. Onların eleştirisini yapmayı bırakın, bunu söz konusu dahi yaptığınız anda sizin helak olmanız artık kaçınılmaz olmuştur. Yakında Allah’ın sizi cezalandıracağı ve ateşle oynadığınız için bir gün ateşin sizi yakacağı gönüllü fanatik savunucular tarafından size hep hatırlatılır. Bundan sonra başınıza bir bela gelmesi, ağzınızın, burnunuzun yamulması veya başınıza bir felaket gelmesi beklenir. Başınıza bir musibet geldiği zaman da Allah’ın cezalandırdığı, saadatın kılıcının kestiği, mübareğe ya da evliyaya dil uzattığınız için cezalandırıldığınız yakıştırılması yapılır. Bu cahillerin din anlayışı işte böyle saçmalıklarla şekillenir.
 
 
MUSAB KÖYLÜOĞLU

 
 İslam aleminin tarihinde önemli başarılarla adı geçen, İslam sancağını üç kıtaya ulaştıran, İslam’ın yayılmasında büyük hizmetleri bulunan Osmanlı İmparatorluğu artık Müslümanların hayallerini süslemektedir.
    Osmanlı İmparatorluğu, her ne kadar eleştirilecek yanları olsa da hatalarıyla beraber ümmetin birliğini sağlayan halife ve devlet yapısıyla yıkılış dönemleri haricinde dünya üzerinde güçlü bir şekilde yüzyıllarca hüküm sürmüştür. Bir çok toplumu içinde barındıran etnik yapısına rağmen farklı toplumları bir arada tutmayı başarmıştır. Osmanlının sancağını diktiği yerlere adalet, huzur ve hizmet götürmesi bünyesinde barındırdığı toplumların hayranlığını kazanmasına neden olmuştur. Huzur ve adaletin yerleştiği toplumlar içinde farklı dinlere mensup olanlar İslam’ın adaletine şahit oldukları için hayranlıkla İslam dini ile müşerref olmuşlardır. Osmanlı asıl fethi toprak kazanmakla değil götürdüğü adalet ve zulmetmeyen şefkatli yönetimiyle gönülleri kazanmakla yapmıştır. İslam en büyük gelişimini bu anlayışla Osmanlı İmparatorluğu döneminde görmüştür.
   Osmanlı İmparatorluğunun gücünün ve adaletinin perde arkasındaki gerçek elbetteki, İslam’dı. Çünkü İslam bütünüyle İnsan hakları evrensel beyannamesidir. İslam’ın üzerinde insana hak ve özgürlük veren başka bir sistem bulunmamaktadır. Osmanlı İslam şeriatı ile sunduğu bu hak ve adalet sayesinde Müslim olsun, gayri Müslim olsun zulme engel olmuş ve zalimlerin hep önünü kesmiştir. Bir çok kereler Hıristiyan alemi birleşerek saldırmış ancak Osmanlıyı devirmeye muvaffak olamamıştır. Savaş alanında başarılı olamayan Hıristiyan alemi, ajanları ve misyonerleri vasıtasıyla Osmanlı içerisine soktuğu tefrika ile, yıllarca planlı bir şekilde yapılan hile ve desiselerle imparatorluğu yıpratmışlardır.
   Bu çalışmalar neticesinde İslam’a bulaştırılan Şirk, bidat, hurafe ve uydurma hadisler Müslümanların her geçen gün kan kaybetmesine neden olmuştur. Bozulan İslam’i anlayış Müslümanların şirk’e ve hurafelere bulaşmalarına neden olmuştur. Son dönem itibariyle tevhidden uzaklaşarak hurafelere bulaşan Osmanlıdan Cenab-ı Hak (c.c.) gücünü almıştır. Yıpranan ve gücünü kaybeden devlet yapısı bir yana ümmetinde İslam’dan uzaklaşması, farklı sistemlerden medet ummaları neticesinde Allah (c.c.) eğriyi doğruyu bir birinden ayırt edecekleri idraklerini almıştır.
   “Ey iman edenler! Siz Allahı sayar haramlardan sakınırsanız Allah size hakkı batıldan ayırd edecek bir anlayış kuvveti verir, sizin günahlarınızı örter, sizi affeder. Allah büyük lütuf sahibidir.”Enfal 8/29
    Bu nedenle Osmanlı ve bünyesinde barındırdığı toplumlar için en öncelikli değer İslam olmaktan uzaklaşmış, başka öncelikler ortaya çıkmıştır. Bu öncelikler arasında ilk sırayı ırkçılık, batı hayranlığı ve mezhepçilik almıştır. Bu etkenler nedeniyle adaletten uzaklaşılmış, huzur ortamı yok olmuştur.
    “Bu bir topluluk iyi gidişini değiştirmedikçe, Allah’ın da verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden ve Allah’ın işten ve bilen olmasındandır.”Enfal 8/53
    “Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez. Allah bir milletin fenalığını dileyince artık onun önüne geçilmez. Onlar için Allah’tan başka hami de bulunmaz.”Rad13/11
   İngilizlerin ve diğer İslam düşmanlarının ayartmasıyla batılı hayranlığı, ırk ve mezhebe dayalı devlet kurma ve bağımsızlık peşinde koşanlar Osmanlıya ihanet etmiş, içerden ve dışardan buldukları destekle İmparatorluğun parçalanmasında büyük rol oynamışlardır. Haçlı seferleriyle Osmanlıyı yıkamayan Hıristiyan alemi soktukları tefrikayla sonunda emellerine ulaşmışlardır.
   Osmanlının bağrından kopan, güya bağımsızlığını ilan ederek devlet kuran toplumlar. Gerçekte hiçbir zaman bağımsız olmamışlar, işbirliği yaptıkları egemen güçlerin sömürgesi olmuşlardır. Bu egemen güçlerin kuklaları devlet yönetimindeki yerini almış, onların emirleri doğrultusunda saltanatlarını devam ettirme karşılığında halklarına zulmedici kanunlar çıkarmışlardır. Büyük bir sevinç ve heyecanla bağımsızlık ilan ederek küçük olsun benim olsun anlayışıyla kurulan bu devletlerin halkları hayır gördükleri şeyde şer olduğunu daha sonraları anlayabildiler. Egemen güçler ve kuklalarının yıllardır uyguladıkları Allah’tan uzak zulüm kanunları, katliamlar ve despotluklar kıymeti bilinmeyen Osmanlının ne kadar da gerekli olduğunu hatırlatmış ancak iş işten geçmiştir. İslam alemi hala kendini toparlayamamaktadır.
   Günümüz dünyasının despot ve zalim egemen gücü Amerika, İnsanlık aleminin baş belası İsrail ve küfür düzeninin gücünü elinde bulunduran bütün gayri İslam’i , gayri insani ve gayri ahlaki güçler dünyayı kana bulayarak saldıkları korku, İslam’ı yok etmek adına çıkardıkları kanunlarla zulümlerine devam etmektedirler. Tabiri caiz ise köpeksiz köy buldular elleri değneksiz gezmektedirler.
   Irk ayrılığı, mezhep ve cemaat ayrılığılı vb. etkenlerle gücünü kaybeden ve kendisine güç veren bütün değerlerini yitiren İslam alemi de bu zalim güçlere bırakın karşı çıkmayı; korkularından kendi kardeşlerini daha iyi ezmeleri için lojistik destek sağlamaktadır. Ordularına üs vermekte, kapılarını sonuna kadar açmakta ve hava sahalarını kullandırmaktadırlar.
   Bir zamanlar Osmanlının atının üzengisini öpen, kapısında hizmet etmeyi şeref sayanlar maalesef bu gün üzengilerini öptürmekte, İslam toplumunun önderleri de aman dilemek için sıraya girmektedir. Bir zamanlar Fransa da peyda olan dansı bir emriyle yasaklayacak kadar korkulan, daha ordusu yola çıkmadan korkusunun en ücra köşelerine kadar ulaştığı Avrupa bu gün her ne pahasına olursa olsun kapısında köle olmaya razı olunan bir güç haline gelmiştir.
   Bu nedenle Osmanlı ruhunun tekrar diriltilmesi, İslam ahlakının yerleşmesi, birlik, beraberliğin sağlanması için zorunlu olmuştur.
   Dünya ve en önemlisi İslam alemi diriliş ve kurtuluşu için, zulümlerin bitmesi adaletin sağlanması için yeni bir Osmanlıya muhtaçtır. Bunun sağlanmasında en öncelikli mesele İslam’ın doğru anlaşılması ve tevhidin yerleşmesidir. Bunun neticesinde Cenab-ı Hak (c.c.) İslam’a yeniden zafer kapılarını açacaktır. Bunda hiçbir şüphe yoktur. Çünkü bunu yaradan vaad etmektedir. Ve onun vaadinde asla şaşma olmaz.
.
.
Musab KÖYLÜOĞLU
  İmam kelime olarak önde olan, öne geçen manasına gelir. Geçmişten günümüze kadar ilmi açıdan kendisini yetiştirmiş, ameliyle örnek olmuş ve insanları Allah’ın (c.c.) rızasını kazanmaya sevk edici imamlar elbette olmuştur. Bu insanlar Allah’ın (c.c.) kitabının ve peygamberin sünnetinin savunucusu olmuşlardır. 14 asırlık İslam tarihinde yaşamış, peygambere varis olma görevini ilmi ve ameliyle en üst düzeye çıkarmış, ümmeti aydınlatıcı ve hidayete sevk edici birçok imamlar yaşamıştır. Allah onlardan razı olsun. Onlar ilmi çalışmaları ile dine hizmet etmişler ve dine karıştırılmaya çalışılan şirk, bid’at ve hurafelerin tespitinde büyük hizmette bulunmuşlar, ümmetin bu tehlikelerden uzaklaşmasını sağlamışlardır. Kuran’ın tefsiri, fıkıh usulü, hadisi şeriflerin tespiti ve İslam tarihinin değerlendirilmesi üzerine yaptıkları ilmi çalışmalarla büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.
   Bununla birlikte bir de saptırıcı imamlar ortaya çıkmış ve bu saptırıcı imamlar gerek tâğut korkusu, gerek yanlış inanışlar ve gerekse İslam düşmanlığı nedeniyle Allah’ın (c.c.) dininde hep tahrifata yol açmışlardır. Kimileri tâğut’un düzeninde, tâğut’un bekâsı uğrunda Allah’ın (c.c.) emrini gizlemişler yada bu emirleri yumuşatarak yanlış bir imanın yerleşmesine sebep olmuşlardır. Kimileri atalarından, cemaatlerinden ve takip ettikleri büyüklerinden gördüklerini sorgusuz doğru kabul edip, onlar yaptıysa doğrudur anlayışıyla aynen devam ettirmişlerdir. Tabi İslam düşmanları da boş durmamış, İslam’ı birçok Müslüman’dan iyi bilen âlim misyonerler yetiştirip, Müslümanları haktan saptırma, bid’at ve hurafelere daldırma noktasında büyük başarılar elde etmişlerdir.
   İslam tarihinde ümmeti şirk, bid’at ve hurafelere sevk edici imamlar da olmuştur. Bu imamların kimi zaman kendi hataları, kimi zamanda sonraki nesillerin onları tabulaştırması ümmeti yanlışa sürüklemiştir. Bazen de İslam’dan önceki inançlarının etkileriyle dine yeni şeyler sokanlar olmuş, bazen de kapıldıkları felsefi akımların etkileri ile kelimeler, kavramlar içine gömülmüşler ve fikirleriyle ümmeti de bu bataklığa sürüklemişlerdir. Bazıları da şeytanın kulaklarına fısıldamasını velayet vahyi diye uydurmuş yada ilham zannetmişler ve dine yaptıkları montajla inananları dalalete sürüklemişlerdir.
   “Çünkü o iftiracılar şeytanlara kulak verirler, esasen onların çoğu yalancıdırlar.”[1]
   “Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları, düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak!”[2]
   “Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Saptıranları da hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim.” Kehf 18/51
   Sureti hak’tan görünen bu imamlar halk içinde büyük saygınlık kazandıkları için insanlarda onların yaptıklarında hikmetler aramışlardır. Şeytanın kulaklarına fısıldadığı bu tip saptırıcı imamların verdikleri zararı bu dine kimse vermemiştir. Sıradan bir insanın dine yeni bir şey sokması mümkün değildir. Çünkü kimse onu dinlemez. Ancak imam kabul edilen, sözüne itibar edilen birisi dine bid’at ve hurafeleri kolayca monte edebilir. Bununla beraber dine sokulan bir bid’ati de tecrit edebilir. Yani dine zarar gelmişse yanlış yola sapmış imamlardan gelmiştir.
   Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki; “Sizin için Deccal’den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.”
   “Onlar kimlerdir?” diye sorduklarında
    “Saptırıcı imamlardır.”[3] Buyurmuştur.
   Günümüzde ortaya çıkan bazı insanlar var ki; tabi oldukları cemaatin fanatiği olmuşlardır. Fazla bir bilgileri olmamasına rağmen cemaatleri içerisinde âlim olarak yer edinmiş ve itibar görmüşlerdir. İnsanların anlamadığı ölçüde ve Arapça lügavi süslemelerin olduğu sohbetleri çok severler. Çünkü bu onların insanlar arasındaki saygınlığını artırmaktadır.
   “İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlenceye almak için, eğlencelik asılsız ve faydasız sözleri satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.” Lokman 31/6
   Bazıları vardır Kuran ve sünnet ölçülerinde kendilerini uyaran insanları ya cahillikle yada sapıklıkla suçlarlar. Hak kendilerine apaçık ortaya konulmasına rağmen cemaatleri içerisindeki yerlerini kaybetmemek için hala yanlışta ısrar ederler. Kendi görüşlerinden farklı olarak ilmi gerçekleri ortaya koyanlara bilgisizce karşı çıkarak onları sapık ilan ederler. İlmi alt yapıları oldukça zayıf olmasına rağmen büyük bir âlim edasında insanları hakka davet ettiklerini zannederler. Ve hakka çağıranları dahi saptırmakla suçlarlar. Onlar tarafından sapık olarak damgalanan insanların görüşlerinin ne olduğu dahi önemli değildir artık insanlar için. Bu âlim zannedilen cahiller tarafından sapık olarak damgalandınız mı? Artık bir daha yanınıza yaklaşılmaktan dahi korkulur. Bundan sonra sizin söylediğiniz ne Kur’an nede sünnetin hiçbir önemi yoktur.
   Bir takım insanlar var ki; imam olmuşlardır. Toplum içerisinde imamlığın kendilerine kazandırdığı itibar ile yaşarlar. Bulundukları ortamlarda onlara saygı duyulur, başköşeye oturtulur. Söylediklerinin ilmi değer taşıyıp, taşımaması halk için fazla önemli değildir. Zaten bunu tartacak ilme sahip insanlar da çok az olduğundan meydan onlara kalmıştır. İnsanların babalarından duydukları, cemaatlerin menfaatlerine ters düşmeyen, suya sabuna dokunmayan bir tarzda dini anlattıkları sürece ne söyleseler alınır ve kabul edilir. Ama ne zaman ki insanların babalarından gördükleri dine ters bir eleştiri, bağlı bulundukları cemaate, imama ve şeyhe eleştiri yapılır; işte o zaman hemen o kimselere sapık damgası vurulur.
    “Ey iman edenler, şurası bir gerçektir ki, hahamlar ile rahiplerin bir çoğu insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar….” Tövbe 9/34
   Bu ayetin Hahamlar ve Rahipleri anlattığı ve bizi ilgilendirmediği düşünülebilir mi? Yani Müslümanlar içerisinde onların mallarını haksız yere yiyen din adamları olmadı mı? İnsanları Allah’ın tertemiz yolundan saptıranlar olmadı mı? Bu ayetler Hahamları ve Rahipleri ilgilendiriyorsa Allah niye Müslümanlara bunları anlatsın? Kuran’da geçmiş kavimlerden de bahsediliyor. O ayetler de bizi ilgilendirmiyor mu demek lazım. Allah (c.c.) bu ayetler ile bizim de aynı hatalara düşebileceğimiz uyarısında bulunmaktadır.
   Bu ayetin tefsirinde Mevdudi şöyle diyor: “Bu dini önderler şu iki günahtan dolayı suçludurlar: Birincisi, bunlar aslı esası olmayan fetvalar satarak, rüşvet, hediye ve mükâfatlar alarak halkın elindeki serveti yiyip tüketirler. Aynı şekilde bu kimseler, halkı kendilerinden, henüz hayattayken kurtuluş ve beratlarını satın almaya teşvik eden ve ölümlerini, evlenmelerini bu cennet ‘tekelciler’inin koyduğu bir fiyatı ödemeye bağımlı kılan dini tören ve düzenlemeler icad ederler. Bu günaha ilaveten ikinci olarak da, kendi çıkarları için çeşitli sapıklıklara meydan vermek ve her hakiki tebliğ yolu üzerine âlimane hilelerini “muttaki” gibiymişcesine şüphelerini dikmek suretiyle insanları Allah yolundan alıkoyarlar.”
  Müslümanlar içerisinde de âlimane cahillikler peydah ederek Allah’ın dininden sapmalara neden olmaktadırlar. Bunlar bizzat Allah’ın yolundan alıkoymazlar. Ama yaptıkları bidatler ile günün birinde temiz şeriatin yolundan saptırmış olurlar.
   Cahil imamların bilgisizlikleri sadece kendilerini değil kendisini takip eden cemaatlerine de büyük zararlar vermektedir. Onlar sapık ilan ettikleri insanların, hakkı tebliğini bilmeden engellemiş olurlar.
   Bu tip cahillerin verdiği zararı bu dine kimse vermemiştir. Hakkı tebliğ edenlerin önündeki en büyük engellerin başında bu saptırıcılar gelmektedir.
.
.
Ebu Muhammed Musab KÖYLÜOĞLU

[1] Şuara 26/223
[2] En’am 6/ 112
[3] Ahmed bin Hanbel