Değerli kardeşlerim ehlisünnetin yolu bizim her zaman savunduğumuz bir yoldur. Bizim için en önemli ölçü her hususta Kuran ve sünnet ölçüsüdür. Savunduğumuz bütün fikirler mutlaka kuran ve sünnetten delillere dayanmaktadır. Biz hiçbir zaman delilsiz ve mesnetsiz bir şey savunmadık. Bizim fikirlerimizi ve ortaya koyduğumuz gerçekleri hiç dikkate almayanlar bizim için bir sürü hakarette bulundular.
   Biz hiç kimseye hakaret etmedik ve kimsenin şahsına aşağılayıcı eleştiriler yöneltmedik. Ancak bizim hakkımızda çeşitli hakaretler ve karalamalar yapılmaktadır. Bize yöneltilen yaftalardan bir tanesi de Vahhabilik. Bizim Vahhabi olduğumuz hakkında sözler sarfedenler ve insanları bizden sakındırmaya çalışanlar var. Ben bunlara diyorum ki: biz insanları ne Muhammed bin Abdulvehhab ne ibni Teymiyye nede bir başkasının yoluna çağırmadık. Biz insanları Allah’ın ve Resulünün yoluna çağırdık. Kim olursa olsun bu yola çağırırsa biz onunla birlikteyiz. Eğer Allah’ın ve Resulünün yolundan başka bir yola kim çağırırsa çağırsın ondan da uzağız.
   Biz sohbetlerimizde Muhammed bin Abdulvehhab’ın öğretilerini değil peygamberimizin sünnetini işledik ve bu yola çağırdık. Bizim fikirlerimiz karşısında delil getiremeyenler bizi vahhabi diye yaftalıyorlar. Bizim her ifademizde ya Kuran’dan yada sünnetten bir delil bulursunuz. Oysa insanlara hikaye anlatanlar, kurandan ve sünnetten haberi olmayanlar karşımıza delil ile gelecekleri yerde karalama yolunu seçmektedirler.
Ayrıca bizi Vahhabi diye karaladıklarını zannedenlerin Vahhabi kimdir ve bu yol nedir? Bundan haberi dahi bulunmamaktadır. Gel bakalım anlat desen doğru dürüst hiçbir bilgi veremeyecek. Ama Vahhabi onlar diyerek sanki vahhabi teröristmiş gibi, çok tehlikeli ve İslam dışı insanlar gibi lanse edilmektedir.
   Peki Muhammed b. Abdulvehhab neyi savunuyor? Buna cevabı kendisi vermiş. Şimdi ben size kendi verdiği cevapdan birkaç bölüm okumak istiyorum.
   “Bilinsin ki benim akidem, kurtulan fırka ehl-i sünnet ve’l cemaat akidesidir. O da Allah’a, meleklerine kitaplarına, resullerine, ölümden sonra dirilişe iman etmek ve hayrıyla şerriyle kadere imandır. Allah’ı kitabında ve resulünün lisanıyla kendi zatını vasfettiği gibi, tahrifsiz ve ta’tilsiz vasfetmek de Allah’a imandandır. Ben ta’til ve tahrifin tam aksine Allah’a
   “O’nun bir benzeri yoktur, O işitendir, görendir.” Diye itikad eder, ne kendi zatını vasıflandırdığı şeyleri nefyederim, ne kelimeleri tahrif edip, yerlerinden oynatırım nede isimlerinde ayetlerinde ilhada saparım. Ne nasıllığını takdir ederim, ne de O’nun sıfatlarını yaratılmışların sıfatlarına benzetirim. Çünkü O yüce zatın; ne bir adaşı, ne bir dengi, nede bir benzeri vardır. Ve o yarattıkları ile kıyaslanamaz.”
   “İtikad ediyorum ki: Kur’an Allah’ın kelamıdır, indirilmiştir, yaratılmış değildir.”
  “İman ederim ki. Allah her dilediğinimyapandır. O’nun iradesi olmaksızın hiçbir şey olmaz. Hiçbir şey O’nun meşieti dışına çıkamaz. Alemdeki hiçbir şey O’nun takdiri haricinde kalamaz.”
   “Nebi (s.a.v.)’in ölümden sonra olacak şeylere dair haber verdiği şeylere, iman ve itikad ederim. Kabir fitnesine ve nimetine ruhların cesetlere iadesine, insanların yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olarak  Rabbül Alemin için kalkacaklarına, güneşin üzerlerine yaklaşacağına, mizanın kurulacağına, onda kulların amellerinin tartılacağına iman ederim.”
  “Sıratın , cehennemin üstünde bir yamacından diğer yamacına kurulacağına, insanların onun üzerinden amelleri ölçüsünce geçeceklerine iman ederim.”
   “Nebi (s.a.v.)’in şefaatine de iman ederim. O ilk şefaatçi ve şefaati ilk kabul edilendir. Nebi (s.a.v.)’in şefaatini, bidat ve dalalet ehlinden başkası inkar etmez. Ancak şefaat izin ve rızadan sonradır.”
   “İman ederim ki: Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) nebilerin ve resullerin sonuncusudur. Kulun imanı O’nun risaletine iman etmedikçe ve nübüvvetine şehadette bulunmadıkça sahih değildir.”
   “Evliyanın kerametlerini ve keşiflerini ikrar ederim. Ancak onlar, Allah’ın hakkı olan şeylerden hiçbir şeye hak sahibi değillerdir. Allah’tan başkasının güç yetiremeyeceği şeyler onlardan istenilmez.”
   “Müslümanlardan hiç kimseyi, günahı dolayısıyla tekfir etmem ve onu İslam dairesinden dışarda görmem”
   “Bidat ehlini terk etmeyi ve tevbe edinceye kadar onlardan ayrılmayı, onlar hakkında zahir ile hükmetmeyi ve iç dünyalarını Allah’a havale etmeyi gerekli görürüm. İnanırım ki: dinde ortaya atılmış her bir yenilik bidattir.”
   “İman dil ile söylemek, azalarla amel etmek ve kalp ile tasdik etmek olduğuna, itaat ile artıp, günahlar ile eksildiğine inanırım.”
    Değerli kardeşlerim bize hakaret etmek ve bir takım yaftalar yakıştıranlar bunun yerine bize ilmi olarak karşılık vermelidirler. Biz Kuran’ı ve peygamberin sünnetini anlatırken anlattıklarımızın İbni teymiyye ile Muhammed b. Abdulvehhab ile yada bir başkasıyla örtüşmesinin nedeni kuran ve sünnete bakış açımızın aynı olmasındandır. Biz hiç tanımadığımız birçok kardeşimizle aynı şeyleri yaşadığımızı ve savunduğumuzu çok kere müşahede ettik. Buda şunu gösteriyor ki: kaynak bir olunca Müslümanların tevhidini ve bir araya gelmelerini sağlamak mümkün olmaktadır.
   Biz işin kaynağı olan Kuran’a ve sünnete davet ediyoruz. Hiçbir alim bunun ötesine geçemez. Alimler seviliyorsa bu yola davet ettikleri için seviliyor. Bu yolu kim ki öğrenir ve öğretirse savunur ve yaşarsa onun başımız üstünde yeri vardır. Bu yoldan sapanı ne alim kabul ederiz nede peşinden gidilmesini isteriz. Bizim yolumuzu açık ve net ifade ediyorum: biz ne Vahhabiyiz, ne filancı ne falancı ne mealci nede bir başkası değiliz. Biz Ehl-i Sünnet ve’l cemaatin yolu, yani Kuran ve sünnetin rehber olduğu selefi salihin yolunu takip ediyoruz. Bu yolu savunan alimleri başımızın tacı kabul eder, bu yoldan sapanlardan ise uzaklaşır ve durumlarını Allah’a havale ederiz. Biz Vahabi değil Muhammediyiz. Biz hz. peygambere iman ettik Muhammed b. Abdulvehhab’a değil. Ama eğer aynı yolda ve aynı şeyleri savunuyorsak insanlar bizi yaftalasa da Muhammed b. Abdulvehhab’ın başımızın üstünde yeri vardır. Biz bazı çevreler istediği için değil Allah ve resulünün yolu olduğu için ibadetlerimizi yapıyor ve buna göre itikadımızı şekillendiriyoruz.
   Bunun ötesinde Müslümanlara iftira atanlara ahirette verecekleri hesabı hatırlatıyorum. Hakkımızda konuşanlar ona göre konuşsunlar.
 .
Musab Köylüoğlu
 
İslam tebliğcilerinin tebliğ görevini ifa ederken büyük bir hassasiyet göstererek insanlara yaklaşması gerekmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.)’de dini tebliğ ederken oldukça dikkatli davranmış ve insanlara şefkatle yaklaşmıştır. Bu hususta Rabbimiz Âl-i İmran suresi 159. ayette peygamberimize şöyle buyuruyor: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi….”
    Peygamberimiz tebliğde ılımlı ve güzel bir yaklaşımda bulunurken İslam’ın esaslarını olduğu gibi tebliğ etmiştir. Müşriklerin yapmış oldukları işlerin yanlışlığını onların yüzlerine karşı tebliğ etmiştir. Bu gün için hele güzel ahlakı ve ortak değerleri işleyeyim ve onlarla ortak bir noktada hareket edelim, daha sonra diğer konulara geçerim demedi. Müşrikleri kendilerince vasıflandırdıkları şekilde değil, İslam’ın vasıflandırdığı bir Allah’a kulluk etmeye çağırdı. Şirk’i ve tağut’u anlatırken hükmün Allah’a ait olduğunu her zaman çekinmeden vurguladı. Yani nezaketle Hakkı her zaman ortaya koydu.
   Cenabı-ı Hak (c.c.) de bir Müslüman’ın yaklaşım tarzı hakkında şöyle buyuruyor: “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.’ Şu kadar var ki, İbrahim babasına: ‘Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez.’ demişti. Müminler daima şöyle dediler: ‘Rabbimiz! Ancak Sana dayandık, Sana yöneldik; dönüş de ancak sanadır.’” (Mümtehine, 4)
    “Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir! (Seninle) alay edenlere karşı biz sana yeteriz. Onlar Allah ile beraber başka bir ilah edinenlerdir. (Kimin doğru olduğunu) yakında bilecekler!” Hicr 15/94-95-96
   Ilımlı bir yaklaşım hakkın güzel ifadelerle ortaya konulmasıdır. Yoksa ılımlı yaklaşımdan kasıt bir takım çevrelerin şirk, bidat ve hurafelerle doldurdukları bir din yapısını görmemezlikten gelmek demek değildir. Peygamberimiz, sahabesi ve daha sonra yaşayan âlimler hiçbir zaman hakikatleri ortaya koymaktan çekinmemiştir. Etraflarında ne kadar insanın olduğu ve gerçekleri söylemesi halinde insanların onun yanından uzaklaşabileceği endişesine kapılmamışlardır.
   Bazı çevreler ile ortak noktalarda buluşulabilir mi? Diye çok düşündüm. Ama bunun kısmen ve bazı cemaatler için mümkün olabileceğini anladım. Örneğin tabi oldukları âlime ait kitabın Allah tarafından yazdırıldığını iddia eden bir toplulukla anlaşmanın mümkün olamayacağını gördüm. Allah’ın yakınından ilahlar edinen ve onları Allah’ı sever gibi seven bir toplulukla anlaşmanın mümkün olamayacağını gördüm. Sadece Kuran’ı alıp, sünneti görmezden gelen bir toplulukla ortak noktada buluşmanın mümkün olamayacağını gördüm. Bunun birçok örneği verilebilir. Yıllar öncesinden gelen bir tecrübeyle ifade ediyorum ki, çeşitli cemaatler içerisinde bulunarak yanlışlıklara karşı mücadeleyi bizzat denedim. Ama bunun sadece taviz vermekten ve gerçekleri yumuşatmaktan öteye gitmediğini gördüm. Olumlu yaklaşalım, ılımlı olalım ve zamanla öğretelim diye diye yıllarımız geçti. Ama taviz veren hep biz olduk. Bu yaklaşımımızla karşı taraf inandıklarından hiç taviz vermediğini gördüm.
   Ortak nokta da buluşmak için gayret sarf edecek olunursa diğerlerinin yaptıklarını görmezden gelmekten başka çare bulunmamaktadır. Aksi halde göz göre göre yanlışlar ile ortak noktada durmak mümkün değildir. Yani bir kova su içerisine bir damla idrar damladığını görseniz, görmezden gelerek o suyu içmeniz mümkün değildir. Mutlaka tiksinir ve içemezsiniz. Ortak noktalardan kasıt güzel ahlaka yönelik tebliğ çalışması dersek bu ilk bakışta olumlu bir yaklaşım olarak kabul edilebilir. Ancak bir gün mutlaka ihtilaf edilen konular karşımıza çıkacak ve ayrılık yeniden ortaya çıkacaktır.
   Daha önceki dönemlerde ve günümüzde insanlara yaklaşımda ortak noktaları dikkate alarak çaba harcayanlar hakkı tebliğ ederken taviz vermek zorunda kalmışlardır. Çünkü diğerlerini gücendirmek ve onların değerlerine dil uzatmamak adına haktan ödün verilmek ya da yumuşatıcı tevillere gidilmek zorunda kalınmıştır. Hakk’ı savunanlar sırf tebliğ için olumlu yaklaşımlarda bulunmak adına büyük bir itina gösterirken, aynı davranış diğerlerinde görülmemektedir. Hatta biraz olsun kendi görüşlerine ters bir şey söylendiğinde hemen hakarete başvururlar. Sizi sapık ilan ederken hangi kategoriye girdiğinizi bile söylerler.
    Peygamberimiz (s.a.v.)’de sırf getirmiş olduğu inanç esasları yüzünden birçok sıkıntılar, dışlamalar, alay etmeler ve hatta işkenceler ile karşılaşmıştır. Onun sünnetine tabi olanlarda aynı sünneti mutlaka yaşayacaklardır.
    Peygamberimize Darü’n-Nedve’de söz sahibi olmayı teklif edenler, biraz senin dinine, biraz bizim dinimize göre yaşayalım diye teklif edenler, ondan bazı ortak noktalarda buluşmayı teklif ettiler. Ama peygamberimiz (s.a.v.) taviz vermeden Allah’ın dinini O’nun istediği şekilde ortaya koymaya çalıştı ve Hakkı batıl ile asla karıştırmadı.
   Hz. Peygamber (s.a.s), Kâbe’yi tavaf ederken Kureyş müşriklerinden yaşlı ve sözü geçen kimselerden bir grup yanına geldi:
- Sana bir teklifimiz olacak. Onda hem senin için, hem de bizim için iyilikler var!
- Teklifiniz nedir?
- Sen bizim ilahlarımız Lat ve Uzza’ya bir yıl tap! Biz de senin ilahına bir yıl tapalım. Böylece aramızda barış meydana gelsin. Senin taptığın bizim taptığımızdan daha hayırlı ise biz ondan nasibimizi almış oluruz. Eğer, bizim taptıklarımız daha doğru ise, sen de ondan nasibini almış olursun!
- Ben Allah’a ibadet ederken, kendisinden başkasına ortak koşmaktan Allah’a sığınırım!
Bu konuda Allah katından da şu ayetler indi:
   “(Ey Rasûlüm!) De ki: “Gökleri ve yeri yoktan var eden, (bütün yaratıkları) beslediği halde, beslenme ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı veli (dost ve işlerimi kendisi kendisine bıraktığım vekil) edineceğim?” (Yine) de ki: “Bana, Müslüman olanların ilki olmam emredildi ve aslâ müşriklerden olma! (buyuruldu.)” En’am 6/14
  “(Rasûlüm!) De ki: “Ey kâfirler!” (Ey, İslâm karşıtları!) Kafirun 109/01
  “Sizin tapmakta olduklarınıza ben tapmam.” 109/02
  “Siz de (aslında) benim ibâdet ettiğime ibâdet/kulluk edecek değilsiniz.” 109/03
  “Zaten ben sizin taptığınız şeylere aslâ tapacak değilim.”109/04
  ‘Allah var’ deseniz bile. [10/31; 23/84-89]
  “Siz de (aslında) benim ibâdet ettiğime ibadet/kulluk edenlerden değilsiniz.”109/05
  “Sizin (bâtıl) dîniniz size, benim (hak olan) dînim de banadır.” 109/06
  Bu ayetler müşriklere ve kâfirlere karşı takınılması gereken bir tavırdan bahsetmektedir. Ancak Allah’ın dinini tahrif eden ve onu Allah’ın ve Resulunün istediği bir şekilde değil de hevesleri doğrultusunda adeta başka bir din haline getirmiş batıl ehli kimseler için düşündüğümüzde Hak ile batıl arasında bir ortak nokta olamayacağını ortaya koymaktadır.
  Ilımlı yaklaşım adına şirk, bidat ve hurafeler görmezden gelinemez. Birçok âlim ve vaaz gördüm ki, sırf bulundukları makamı kaybetmemek adına ve etraflarında bulunan insanların dağılmaması adına haktan taviz veriyorlardı. Ama bu yaklaşımlar yüzünden gerçekler hep gizli kaldı. Bir diyanet yetkilisinin hadisçiler tarafından uydurma diye ortaya koyulan bir rivayet için kendisine gelen tepkiler yüzünden “Her ne kadar uydurma olsa da âlimlerimiz kitaplarında yazmış” diyerek bir uydurmaya sahip çıkmaya çalıştığını gördüğümde Hakkın nasıl batıl ile karıştırıldığına şahit oldum.
   Tarihte İbni Teymiyye gibi hakkı söylemekten çekinmeyen âlimler de oldu. İnsanların uzaklaşacağı endişesine kapılıp da herkesin memnun olacağı bir yola başvuranlar da oldu.
   Tekfircilik elbette kötü bir davranıştır ve büyük bir fitnedir. Ama kimseyi tekfir etmeden insanları Hakka davet ederken delilleri ile konuları izah etmekten de asla geri durmamak gerekmektedir. Yoksa bu şekildeki yaklaşımlar yüzünden batıl bir gün gelir Hak diye insanların karşısına çıkartılır. Hak çeşitli çekinceler yüzünden gizlenmektedir. Oysa bu dava Hakk’ı hiçbir kimseden çekinmeden ve gerektiğinde canını dahi ortaya koymaktan çekinmeyen insanlar ile başarıya ulaşacaktır. İlk bakışta ılımlı ve görmezden gelinen yaklaşımlar ile etrafınızda insan toplulukları oluşabilir. Bu nefislerin de hoşuna gidebilir. Ama bu gün olduğu gibi daha iman esaslarından dahi habersiz, hastalıklı bir itikada sahip, şirkin ve bidatlerin içinde yüzen, en küçük bir zorluk karşısında püsünen bir topluluk ortaya çıkar. Varsın az olsun ama sağlam bir toplum olsun. Bu nefislere hoş gelecek kalabalıklardan daha hayırlıdır. Allah onları mutlaka hedefe ulaştıracaktır.
.
Musab KÖYLÜOĞLU
 
Birinin eleştirilmesi ile ona hakaret edilmesi çok farklı şeylerdir. Eleştiri yapılan işteki eksikleri ya da yanlışlıkları ilmen ortaya koyarak usulü dairesinde izahatlar yapmak farklıdır. Söz konusu işe sebep olan kişinin şahsına çeşitli sıfatlandırmalar yapmak farklıdır. Şeyhlerinin de bir insan olduğunu ve onların da hata yapabileceğini söyleyenler, şeyhlerine yapılan en küçük bir eleştiriye şiddetle karşı çıkarak o hatanın asla şeyhlerine nispet edilmesini istemezler. Şeyhin söyledikleri onlar için asla muhalefet edilmeyecek bir emirdir. Çok kere şahit olmuşumdur ki; Kuran ve sünnete ters nice işler şeyh yaptığı için bir hikmeti vardır diye caiz görülmüştür. Eleştiride bulunduğum insanların cahil fanatik taraftarları Kuran ve sünnetten apaçık ortaya koyduğum delilleri arkalarına atarak şeyhlerini savunmaya geçmiş ve beni sapıklıkla, hakaret etmekle tarikat düşmanı olmakla suçlamıştır. Oysa ne tarikatın ne de insanların şahsıyla bizim bir alıp, veremediğimiz yok. Bizim derdimiz dinimizi doğru anlayıp, doğru yaşamaya çalışmak ve dinimize bulaşan yanlışlıklardan uzaklaşmaktır. Biz insanları hep buna çağırdık.
   Bazı zatların eserleri hakkında yaptığım eleştirilere şiddetle karşı çıkan ve yıllarca insanlara önderlik yapmış bir hoca efendinin ortaya koyduğum deliller karşısında söyleyecek bir söz bulamaması insanların bir takım eserleri ve alimleri ne kadar bilgisizce yücelttiklerini ortaya koymaktadır. Yüceltmelerde bulunan insanlara, meşhur olmuş ve büyük evliya olarak bilinen bir takım zatların kitabını hiç okudun mu diye sorduğumuzda ise okumadım ama çok büyük bir evliya olarak biliyorum demesi de başka bir hastalığımızı ortaya koymaktadır. Yani birileri büyük bir alim, büyük bir evliya diyor ve onlar hakkında bir takım uydurma hikayeler anlatıyor. Ve insanlarda yeterince bilmedikleri bu insanları gün geçtikçe daha da yüceltmeye devam ediyor. Onlara inanmak, onların görüşlerini nerdeyse amentünün esaslarındanmış gibi kabul etmek gerekiyor. Onların eleştirisini yapmayı bırakın, bunu söz konusu dahi yaptığınız anda sizin helak olmanız artık kaçınılmaz olmuştur. Yakında Allah’ın sizi cezalandıracağı ve ateşle oynadığınız için bir gün ateşin sizi yakacağı gönüllü fanatik savunucular tarafından size hep hatırlatılır. Bundan sonra başınıza bir bela gelmesi, ağzınızın, burnunuzun yamulması veya başınıza bir felaket gelmesi beklenir. Başınıza bir musibet geldiği zaman da Allah’ın cezalandırdığı, saadatın kılıcının kestiği, mübareğe ya da evliyaya dil uzattığınız için cezalandırıldığınız yakıştırılması yapılır. Bu cahillerin din anlayışı işte böyle saçmalıklarla şekillenir.
 
 
MUSAB KÖYLÜOĞLU

 
 İslam aleminin tarihinde önemli başarılarla adı geçen, İslam sancağını üç kıtaya ulaştıran, İslam’ın yayılmasında büyük hizmetleri bulunan Osmanlı İmparatorluğu artık Müslümanların hayallerini süslemektedir.
    Osmanlı İmparatorluğu, her ne kadar eleştirilecek yanları olsa da hatalarıyla beraber ümmetin birliğini sağlayan halife ve devlet yapısıyla yıkılış dönemleri haricinde dünya üzerinde güçlü bir şekilde yüzyıllarca hüküm sürmüştür. Bir çok toplumu içinde barındıran etnik yapısına rağmen farklı toplumları bir arada tutmayı başarmıştır. Osmanlının sancağını diktiği yerlere adalet, huzur ve hizmet götürmesi bünyesinde barındırdığı toplumların hayranlığını kazanmasına neden olmuştur. Huzur ve adaletin yerleştiği toplumlar içinde farklı dinlere mensup olanlar İslam’ın adaletine şahit oldukları için hayranlıkla İslam dini ile müşerref olmuşlardır. Osmanlı asıl fethi toprak kazanmakla değil götürdüğü adalet ve zulmetmeyen şefkatli yönetimiyle gönülleri kazanmakla yapmıştır. İslam en büyük gelişimini bu anlayışla Osmanlı İmparatorluğu döneminde görmüştür.
   Osmanlı İmparatorluğunun gücünün ve adaletinin perde arkasındaki gerçek elbetteki, İslam’dı. Çünkü İslam bütünüyle İnsan hakları evrensel beyannamesidir. İslam’ın üzerinde insana hak ve özgürlük veren başka bir sistem bulunmamaktadır. Osmanlı İslam şeriatı ile sunduğu bu hak ve adalet sayesinde Müslim olsun, gayri Müslim olsun zulme engel olmuş ve zalimlerin hep önünü kesmiştir. Bir çok kereler Hıristiyan alemi birleşerek saldırmış ancak Osmanlıyı devirmeye muvaffak olamamıştır. Savaş alanında başarılı olamayan Hıristiyan alemi, ajanları ve misyonerleri vasıtasıyla Osmanlı içerisine soktuğu tefrika ile, yıllarca planlı bir şekilde yapılan hile ve desiselerle imparatorluğu yıpratmışlardır.
   Bu çalışmalar neticesinde İslam’a bulaştırılan Şirk, bidat, hurafe ve uydurma hadisler Müslümanların her geçen gün kan kaybetmesine neden olmuştur. Bozulan İslam’i anlayış Müslümanların şirk’e ve hurafelere bulaşmalarına neden olmuştur. Son dönem itibariyle tevhidden uzaklaşarak hurafelere bulaşan Osmanlıdan Cenab-ı Hak (c.c.) gücünü almıştır. Yıpranan ve gücünü kaybeden devlet yapısı bir yana ümmetinde İslam’dan uzaklaşması, farklı sistemlerden medet ummaları neticesinde Allah (c.c.) eğriyi doğruyu bir birinden ayırt edecekleri idraklerini almıştır.
   “Ey iman edenler! Siz Allahı sayar haramlardan sakınırsanız Allah size hakkı batıldan ayırd edecek bir anlayış kuvveti verir, sizin günahlarınızı örter, sizi affeder. Allah büyük lütuf sahibidir.”Enfal 8/29
    Bu nedenle Osmanlı ve bünyesinde barındırdığı toplumlar için en öncelikli değer İslam olmaktan uzaklaşmış, başka öncelikler ortaya çıkmıştır. Bu öncelikler arasında ilk sırayı ırkçılık, batı hayranlığı ve mezhepçilik almıştır. Bu etkenler nedeniyle adaletten uzaklaşılmış, huzur ortamı yok olmuştur.
    “Bu bir topluluk iyi gidişini değiştirmedikçe, Allah’ın da verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden ve Allah’ın işten ve bilen olmasındandır.”Enfal 8/53
    “Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez. Allah bir milletin fenalığını dileyince artık onun önüne geçilmez. Onlar için Allah’tan başka hami de bulunmaz.”Rad13/11
   İngilizlerin ve diğer İslam düşmanlarının ayartmasıyla batılı hayranlığı, ırk ve mezhebe dayalı devlet kurma ve bağımsızlık peşinde koşanlar Osmanlıya ihanet etmiş, içerden ve dışardan buldukları destekle İmparatorluğun parçalanmasında büyük rol oynamışlardır. Haçlı seferleriyle Osmanlıyı yıkamayan Hıristiyan alemi soktukları tefrikayla sonunda emellerine ulaşmışlardır.
   Osmanlının bağrından kopan, güya bağımsızlığını ilan ederek devlet kuran toplumlar. Gerçekte hiçbir zaman bağımsız olmamışlar, işbirliği yaptıkları egemen güçlerin sömürgesi olmuşlardır. Bu egemen güçlerin kuklaları devlet yönetimindeki yerini almış, onların emirleri doğrultusunda saltanatlarını devam ettirme karşılığında halklarına zulmedici kanunlar çıkarmışlardır. Büyük bir sevinç ve heyecanla bağımsızlık ilan ederek küçük olsun benim olsun anlayışıyla kurulan bu devletlerin halkları hayır gördükleri şeyde şer olduğunu daha sonraları anlayabildiler. Egemen güçler ve kuklalarının yıllardır uyguladıkları Allah’tan uzak zulüm kanunları, katliamlar ve despotluklar kıymeti bilinmeyen Osmanlının ne kadar da gerekli olduğunu hatırlatmış ancak iş işten geçmiştir. İslam alemi hala kendini toparlayamamaktadır.
   Günümüz dünyasının despot ve zalim egemen gücü Amerika, İnsanlık aleminin baş belası İsrail ve küfür düzeninin gücünü elinde bulunduran bütün gayri İslam’i , gayri insani ve gayri ahlaki güçler dünyayı kana bulayarak saldıkları korku, İslam’ı yok etmek adına çıkardıkları kanunlarla zulümlerine devam etmektedirler. Tabiri caiz ise köpeksiz köy buldular elleri değneksiz gezmektedirler.
   Irk ayrılığı, mezhep ve cemaat ayrılığılı vb. etkenlerle gücünü kaybeden ve kendisine güç veren bütün değerlerini yitiren İslam alemi de bu zalim güçlere bırakın karşı çıkmayı; korkularından kendi kardeşlerini daha iyi ezmeleri için lojistik destek sağlamaktadır. Ordularına üs vermekte, kapılarını sonuna kadar açmakta ve hava sahalarını kullandırmaktadırlar.
   Bir zamanlar Osmanlının atının üzengisini öpen, kapısında hizmet etmeyi şeref sayanlar maalesef bu gün üzengilerini öptürmekte, İslam toplumunun önderleri de aman dilemek için sıraya girmektedir. Bir zamanlar Fransa da peyda olan dansı bir emriyle yasaklayacak kadar korkulan, daha ordusu yola çıkmadan korkusunun en ücra köşelerine kadar ulaştığı Avrupa bu gün her ne pahasına olursa olsun kapısında köle olmaya razı olunan bir güç haline gelmiştir.
   Bu nedenle Osmanlı ruhunun tekrar diriltilmesi, İslam ahlakının yerleşmesi, birlik, beraberliğin sağlanması için zorunlu olmuştur.
   Dünya ve en önemlisi İslam alemi diriliş ve kurtuluşu için, zulümlerin bitmesi adaletin sağlanması için yeni bir Osmanlıya muhtaçtır. Bunun sağlanmasında en öncelikli mesele İslam’ın doğru anlaşılması ve tevhidin yerleşmesidir. Bunun neticesinde Cenab-ı Hak (c.c.) İslam’a yeniden zafer kapılarını açacaktır. Bunda hiçbir şüphe yoktur. Çünkü bunu yaradan vaad etmektedir. Ve onun vaadinde asla şaşma olmaz.
.
.
Musab KÖYLÜOĞLU
  İmam kelime olarak önde olan, öne geçen manasına gelir. Geçmişten günümüze kadar ilmi açıdan kendisini yetiştirmiş, ameliyle örnek olmuş ve insanları Allah’ın (c.c.) rızasını kazanmaya sevk edici imamlar elbette olmuştur. Bu insanlar Allah’ın (c.c.) kitabının ve peygamberin sünnetinin savunucusu olmuşlardır. 14 asırlık İslam tarihinde yaşamış, peygambere varis olma görevini ilmi ve ameliyle en üst düzeye çıkarmış, ümmeti aydınlatıcı ve hidayete sevk edici birçok imamlar yaşamıştır. Allah onlardan razı olsun. Onlar ilmi çalışmaları ile dine hizmet etmişler ve dine karıştırılmaya çalışılan şirk, bid’at ve hurafelerin tespitinde büyük hizmette bulunmuşlar, ümmetin bu tehlikelerden uzaklaşmasını sağlamışlardır. Kuran’ın tefsiri, fıkıh usulü, hadisi şeriflerin tespiti ve İslam tarihinin değerlendirilmesi üzerine yaptıkları ilmi çalışmalarla büyük hizmetlerde bulunmuşlardır.
   Bununla birlikte bir de saptırıcı imamlar ortaya çıkmış ve bu saptırıcı imamlar gerek tâğut korkusu, gerek yanlış inanışlar ve gerekse İslam düşmanlığı nedeniyle Allah’ın (c.c.) dininde hep tahrifata yol açmışlardır. Kimileri tâğut’un düzeninde, tâğut’un bekâsı uğrunda Allah’ın (c.c.) emrini gizlemişler yada bu emirleri yumuşatarak yanlış bir imanın yerleşmesine sebep olmuşlardır. Kimileri atalarından, cemaatlerinden ve takip ettikleri büyüklerinden gördüklerini sorgusuz doğru kabul edip, onlar yaptıysa doğrudur anlayışıyla aynen devam ettirmişlerdir. Tabi İslam düşmanları da boş durmamış, İslam’ı birçok Müslüman’dan iyi bilen âlim misyonerler yetiştirip, Müslümanları haktan saptırma, bid’at ve hurafelere daldırma noktasında büyük başarılar elde etmişlerdir.
   İslam tarihinde ümmeti şirk, bid’at ve hurafelere sevk edici imamlar da olmuştur. Bu imamların kimi zaman kendi hataları, kimi zamanda sonraki nesillerin onları tabulaştırması ümmeti yanlışa sürüklemiştir. Bazen de İslam’dan önceki inançlarının etkileriyle dine yeni şeyler sokanlar olmuş, bazen de kapıldıkları felsefi akımların etkileri ile kelimeler, kavramlar içine gömülmüşler ve fikirleriyle ümmeti de bu bataklığa sürüklemişlerdir. Bazıları da şeytanın kulaklarına fısıldamasını velayet vahyi diye uydurmuş yada ilham zannetmişler ve dine yaptıkları montajla inananları dalalete sürüklemişlerdir.
   “Çünkü o iftiracılar şeytanlara kulak verirler, esasen onların çoğu yalancıdırlar.”[1]
   “Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları, düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak!”[2]
   “Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Saptıranları da hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim.” Kehf 18/51
   Sureti hak’tan görünen bu imamlar halk içinde büyük saygınlık kazandıkları için insanlarda onların yaptıklarında hikmetler aramışlardır. Şeytanın kulaklarına fısıldadığı bu tip saptırıcı imamların verdikleri zararı bu dine kimse vermemiştir. Sıradan bir insanın dine yeni bir şey sokması mümkün değildir. Çünkü kimse onu dinlemez. Ancak imam kabul edilen, sözüne itibar edilen birisi dine bid’at ve hurafeleri kolayca monte edebilir. Bununla beraber dine sokulan bir bid’ati de tecrit edebilir. Yani dine zarar gelmişse yanlış yola sapmış imamlardan gelmiştir.
   Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki; “Sizin için Deccal’den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.”
   “Onlar kimlerdir?” diye sorduklarında
    “Saptırıcı imamlardır.”[3] Buyurmuştur.
   Günümüzde ortaya çıkan bazı insanlar var ki; tabi oldukları cemaatin fanatiği olmuşlardır. Fazla bir bilgileri olmamasına rağmen cemaatleri içerisinde âlim olarak yer edinmiş ve itibar görmüşlerdir. İnsanların anlamadığı ölçüde ve Arapça lügavi süslemelerin olduğu sohbetleri çok severler. Çünkü bu onların insanlar arasındaki saygınlığını artırmaktadır.
   “İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlenceye almak için, eğlencelik asılsız ve faydasız sözleri satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.” Lokman 31/6
   Bazıları vardır Kuran ve sünnet ölçülerinde kendilerini uyaran insanları ya cahillikle yada sapıklıkla suçlarlar. Hak kendilerine apaçık ortaya konulmasına rağmen cemaatleri içerisindeki yerlerini kaybetmemek için hala yanlışta ısrar ederler. Kendi görüşlerinden farklı olarak ilmi gerçekleri ortaya koyanlara bilgisizce karşı çıkarak onları sapık ilan ederler. İlmi alt yapıları oldukça zayıf olmasına rağmen büyük bir âlim edasında insanları hakka davet ettiklerini zannederler. Ve hakka çağıranları dahi saptırmakla suçlarlar. Onlar tarafından sapık olarak damgalanan insanların görüşlerinin ne olduğu dahi önemli değildir artık insanlar için. Bu âlim zannedilen cahiller tarafından sapık olarak damgalandınız mı? Artık bir daha yanınıza yaklaşılmaktan dahi korkulur. Bundan sonra sizin söylediğiniz ne Kur’an nede sünnetin hiçbir önemi yoktur.
   Bir takım insanlar var ki; imam olmuşlardır. Toplum içerisinde imamlığın kendilerine kazandırdığı itibar ile yaşarlar. Bulundukları ortamlarda onlara saygı duyulur, başköşeye oturtulur. Söylediklerinin ilmi değer taşıyıp, taşımaması halk için fazla önemli değildir. Zaten bunu tartacak ilme sahip insanlar da çok az olduğundan meydan onlara kalmıştır. İnsanların babalarından duydukları, cemaatlerin menfaatlerine ters düşmeyen, suya sabuna dokunmayan bir tarzda dini anlattıkları sürece ne söyleseler alınır ve kabul edilir. Ama ne zaman ki insanların babalarından gördükleri dine ters bir eleştiri, bağlı bulundukları cemaate, imama ve şeyhe eleştiri yapılır; işte o zaman hemen o kimselere sapık damgası vurulur.
    “Ey iman edenler, şurası bir gerçektir ki, hahamlar ile rahiplerin bir çoğu insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar….” Tövbe 9/34
   Bu ayetin Hahamlar ve Rahipleri anlattığı ve bizi ilgilendirmediği düşünülebilir mi? Yani Müslümanlar içerisinde onların mallarını haksız yere yiyen din adamları olmadı mı? İnsanları Allah’ın tertemiz yolundan saptıranlar olmadı mı? Bu ayetler Hahamları ve Rahipleri ilgilendiriyorsa Allah niye Müslümanlara bunları anlatsın? Kuran’da geçmiş kavimlerden de bahsediliyor. O ayetler de bizi ilgilendirmiyor mu demek lazım. Allah (c.c.) bu ayetler ile bizim de aynı hatalara düşebileceğimiz uyarısında bulunmaktadır.
   Bu ayetin tefsirinde Mevdudi şöyle diyor: “Bu dini önderler şu iki günahtan dolayı suçludurlar: Birincisi, bunlar aslı esası olmayan fetvalar satarak, rüşvet, hediye ve mükâfatlar alarak halkın elindeki serveti yiyip tüketirler. Aynı şekilde bu kimseler, halkı kendilerinden, henüz hayattayken kurtuluş ve beratlarını satın almaya teşvik eden ve ölümlerini, evlenmelerini bu cennet ‘tekelciler’inin koyduğu bir fiyatı ödemeye bağımlı kılan dini tören ve düzenlemeler icad ederler. Bu günaha ilaveten ikinci olarak da, kendi çıkarları için çeşitli sapıklıklara meydan vermek ve her hakiki tebliğ yolu üzerine âlimane hilelerini “muttaki” gibiymişcesine şüphelerini dikmek suretiyle insanları Allah yolundan alıkoyarlar.”
  Müslümanlar içerisinde de âlimane cahillikler peydah ederek Allah’ın dininden sapmalara neden olmaktadırlar. Bunlar bizzat Allah’ın yolundan alıkoymazlar. Ama yaptıkları bidatler ile günün birinde temiz şeriatin yolundan saptırmış olurlar.
   Cahil imamların bilgisizlikleri sadece kendilerini değil kendisini takip eden cemaatlerine de büyük zararlar vermektedir. Onlar sapık ilan ettikleri insanların, hakkı tebliğini bilmeden engellemiş olurlar.
   Bu tip cahillerin verdiği zararı bu dine kimse vermemiştir. Hakkı tebliğ edenlerin önündeki en büyük engellerin başında bu saptırıcılar gelmektedir.
.
.
Ebu Muhammed Musab KÖYLÜOĞLU

[1] Şuara 26/223
[2] En’am 6/ 112
[3] Ahmed bin Hanbel
   
Türbelerde yapılan sapıklıklardan bir tanesi de türbedeki yatan kişinin kabrinin tavaf edilmesidir. Özellikle Şia mezhebine ve Alevilere mensup insanlar tarafından ehli beytin ve imamların kabirleri tavaf edilmektedir. Ehli Beyt’in kabirlerini mescid edinerek oralarda ağıtlar yakmakta kabirleri tavaf ederek, ellerini yüzlerini sürüp öpmekte ve kabirde bulunanlardan yalvararak yardım talebinde bulunmaktadırlar. Yerlerde sürüne sürüne girdikleri türbelerde çeşitli aşırılıklar yapmaktadırlar.
    Bu davranışların şirk olduğunda en küçük bir tereddüt bulunmamaktadır. İslam bu sapıklıklara savaş açmıştır. Tevhidin özünde şirk olan bu davranışlarla mücadele vardır. Bu yapılanların İslam ile hiç bir alakası bulunmamaktadır. Bu sapık davranışların yapıldığı kabirlere ziyaretin önlenmesi ve yasaklanması gerekmektedir. Mevcut türbelerin, özellikle tüm İslam alemince meşhur olmuş İslam büyüklerine ait olanların yıkılması çok zor olduğuna göre hiç olmazsa bundan sonra türbe yapılmasına müsaade edilmemelidir. Böyle bir işi başarmak için her şeyden önce Müslümanların, türbenin dinde olmadığına inandırılması ile sağlam bir itikad ve siyasi güce sahip olmak gerekmektedir. Yoksa böyle bir işe kalkışan birisinin kafir ilan edilmesi ve İslam toplumlarında oluşacak infialin ve iç savaşların önüne geçmek mümkün olmayacaktır. Hatta bu öylesine yerleşmiş bir bidattir ki, dinin ana esasları gibi yerleşmiştir. Bu bidatin ortadan kaldırılması dinin ana esaslarından birinin inkarı gibi kabul edilecek hale gelmiştir. Örneğin Irak savaşında yüz binlerce Müslüman’ın öldürülmesine sadece üzülmekle yetinen diğer Müslümanlar. Ehli Beytin ve İmam Ebu Hanife gibi alimlerin türbelerinin zarar görmesiyle büyük bir infial meydana getirmişlerdir. Yani türbeler artık tapınılan birer put haline gelmiş bulunmaktadır.
.
.
.
Ebu Muhammed Musab Köylüoğlu
 
  Dinimize bulaştırılan bidatleri çıkaranların ve onların peşinden gidenlerin yapmış oldukları savunma genelde Ya bidat-i hasene olarak görme ya da ne sakıncası var ki şeklinde olmaktadır. Bütün bu anlayışlar yüzünden İslam’a bir çok yenilikler bulaştırılmıştır.
   Bazıları bidat’in iyi olan ve kötü olan diye ikiye ayrıldığını iddia ediyorlar. Halbuki Peygamberimiz böyle bir ayrım yapmıyor. Üzerinde emri olmayan bir işin reddolunacağını söylüyor. Bunun aksi olursa o zaman her önüne gelen bir şeyler uydurup, dine yeni bir şey sokar ve artık din aslından uzaklaşıp tanınmaz bir hale gelir. Nitekim böyle de olmuştur.
  Bu bidatleri çıkaranlar Allah (c.c.): 
 
وَمَا اتيكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهيكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا وَاتَّقُوا اللّهَ اِنَّ اللّهَ شَديدُ الْعِقَابِ


“ Size Peygamber ne verirse artık onu alınız ve sizi neden menettiyse hemen ona nihayet veriniz ve Allah’tan korkunuz. Şüphe yok ki: Allah, azabı şiddetli olandır.”
[1]

 
 
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونى يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَحيمٌ


“Resulüm deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.”

Peygamberimiz (s.a.v.)’de
“Her yenilik bidattir her bidatte sapıklıktır.”[3]
Buyurduğu halde sakınca görmedikleri bir çok bidati dinimiz içerisine sokarak tahrif etmişlerdir.
Ezan Duası:
Câbir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Allahumme Rebbe hazihi’d-da’veti’t-tamme. Vesselatil kâimeti ati Muhammedenil vesilete vel fazilete, vebashu makamen Mahmudenillezi veadteh.”
Kim ezanı işittiği zaman: “Ey şu eksiksiz davetin ve kılınacak namazın rabbi Allah’ım! Muhammed’e vesîleyi ve fazîleti ver. Onu, kendisine vaadettiğin makâm-ı mahmûda ulaştır.” diye dua ederse, kıyamet gününde o kimseye şefâatim vâcip olur.” [4]
 
Ezan duasındaki bidat: 
 
الدَّرَجَة الرَّفيع، فيما يقال بعد الأذان

“Yüksek Derecelere”
[5]
 
Ezan Duasındaki “Edderecetürrafia” (yüksek Dereceye) ibaresi ezan dualarının rivayetleri içinde mevcut değildir ve duayı da bu ibareyi ekleyerek okumak bidattir.
Hadis Ulemasından;
İmamı Abdul Fettah Ebu Gudde,Acluni,Aliyyul kari,Deyba’,Sehavi,veZerkani ezan duasının rivayetleri içinde böyle bir ibarenin bulunmadığını söylerler. Buhari, İmamı Ahmet veSünenlerdeki rivayetlerde;
“Allahümme rabbe hazihid-da’veti’t tamme ve’s-salatil kaime atiMuhammeden el-vesilete vel fazilete veb’a’shu makamen mahmudenillezi ve adteh”
 
 
 
Ebu Muhammed Musab KÖYLÜOĞLU
 
 
 

[1]Haşr 59/7
[2]Al-i İmran 3/31
[3]Müslim
[4] Buhârî, Ezân 8
[5] Keşfül hafa-Acluni-sy.483 hd.no(1289) Makasıd-Sehavi-sy.254 hd.no(484) Masnu Aliyyul kari-sy.100-hd.no(132) Mevzuat-Aliyyul kari-sy.198-hd.no(202) Muhtasarı Makasıd-Zerkani-sy.142-hd.no(467) Temyiz-Deyba’-sy.95
  Allah (c.c) bütün yaratıklarını çift yaratmıştır. İnsanda çift yaratılmıştır.
  “Ve her şeyden iki çift yarattık. Tâ ki, düşünesiniz.”
[1]
   Öyle bir yaratılış ki; her çift canlı bir birine bağımlı olarak yaratılmıştır. Erkek olmadan dişinin, dişi olmadan erkeğin yaşaması, mahlukatın düzeninin devam etmesi mümkün değildir. Tek olmak ancak Allah’a mahsustur.İnsanoğlu da erkek ve kadın olarak çift yaratılmış ve bir biri için dünya hayatında dost, arkadaş; hatta bununda ötesinde tek vücut olmuştur.
   “O gökleri ve yeri yaratan, sizin için kendi cinsinizden eşler kılmıştır, hayvanlardan da çiftler yaratmıştır Bu sûretle çoğalmanızı sağlamıştır. Onun misli gibi bir şey yoktur ve O hakkıyla işiticidir, görücüdür.” [2]
   “Ve o’nun âyetlerindendir ki, sizin için nefislerinizden zevceler yaratmış, onlara ısınasınız diye ve aranızda bir sevgi ve merhamet yapmıştır. Şüphe yok ki, tefekkür edecek olan bir kavim için bunda elbette ibretler vardır.” [3]
   Allah erkek ve kadınlara öyle özellikler vermiştir ki, her çift tam anlamıyla biri birini tamamlar.
    Erkek: Biraz sert mizaçlı, anatomik yapı olarak biraz daha kuvvetli, koruma ve yönetme içgüdüsü olan bir varlıktır.
    Kadın: Erkeğe göre biraz daha yumuşak başlı, yapı olarak zayıf, korunmaya ve yönetilmeye muhtaç bir varlıktır.
    Kadın ve erkek biri birine istekli ve arzulu olarak yani aralarında bir mıknatıs çekimi olan bir yapıda yaratılmışlardır.Toplumların çekirdeğini bu ikili oluşturur. Bu çekirdek yapının bir biri ile uyumu ne kadar iyi olursa toplumların huzuru ve mutluluğu da o kadar iyi olur.Erkek ve kadın arasındaki cinsellik, sevgi ve hisleri insanlığın başlangıcından günümüze kadar öyle boyutlara ulaşmıştır ki bu uğurda insanlar bir birini öldürmüş, hatta ülkeler bir biriyle savaşmış ve İnsanlar bu uğurda her türlü kötülüğü yapmışlardır.
   Kadın diğer canlıların dişilerinden farklı olarak her hali ve yapısıyla erkeğin ilgi alanına girer. Bu nedenle yarattıklarının yapısını çok iyi bilen Allah (c.c) kadınlara örtünmelerine hatta konuşmalarına bile sınır koymalarını emretmiştir. Çünkü kadının yapısını her haliyle erkeği cezp eder.
   “Ve mümin kadınlara da söyle: Gözlerini sakınsınlar ve avret mahallerini muhafaza etsinler ve ziynetlerini açmasınlar, onlardan her zahir olanı müstesna ve baş örtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar ve ziynetlerini açıvermesinler.”[4]
   İnsanı ilk yaratılışından beri Allah (c.c) bir nizam içerisinde yaşatmak istemiştir. İnsanları imtihan eden Allah (c.c) ona cüzi bir irade vermiş; Eğriyi, doğruyu ayırt edecek melekeler vermiştir. Emirlerini Peygamberleri vasıtasıyla göndermiş ve bu emirlere uyulması yada uyulmaması hususunda imtihana tabi tutmuştur.Bu nizam içinde kadın, erkek arasındaki yaşam tarzını belirlemiştir.
   Bu nizama uyan toplumlar daima mutlu olmuştur. Ancak zamanla bozulan, Allah (c.c)’ın emirlerinden uzaklaşan kavimlerde ve toplumlarda bu kadar istek ve arzu kaynağı olan kadın artık cinsel bir meta olarak görülmüş, asaletini yitirmiş, aşağılanmış ve ezilmiştir.
   İslam’ın ilk doğduğu dönemde kadınların durumu çok acı idi. Kadınlar cinsel ihtiyacın karşılandığı, zenginlerin eğlence sofralarında meze olan ve bu aşağılanmayı istemeyen babaların vicdan azabı çekse de diri, diri toprağa gömdüğü bir varlıktı. İslam bu durumdaki kadını kurtararak ona şeref, iffet ve insan olmanın erdemlerini kazandırdı.
   İslam’ın zuhurundan sonra şeref ve iffet kazanan kadın Müslümanların dinden uzaklaşmaları ile dünya hakimiyetini ele geçiren küfür ehli tarafından tekrar her şeyini kayıp etti.
   Kadın toplumun en önemli temel taşını oluşturur. Kadınlarının ahlaki seviyesi yüksek olan toplumlar daima başarıya ulaşmıştır. Şayet bu ahlaki seviye düşmüş ise o toplumlar yok olmaya mahkum olmuştur.İslam kadına şeref ve iffet kazandırırken küfür ise kadını aşağılamıştır.İslam’da kadın anadır, bacıdır en mukaddes değerlerden biridir ve gerektiğinde onun ırzı ve namussu uğrunda can verilir. İslam dışı toplumlarda ise cinsel ihtiyacın tatmin edildiği namussunun ve iffetinin ayaklar altına alındığı bir varlık olmuştur. Bu günün dünyasında kadının kullanılmadığı yer yoktur. Kadınlar satılmakta, bunun için genelevler açılmakta onun cinselliği her türlü reklam alanında kullanılmaktadır. Piyasaya çıkarılan ve moda diye yutturulan, kadının her türlü cazibesini ön plana çıkaran kıyafetler üretilmekte ve bu kıyafetler tam anlamıyla kadını cinsel tahrik unsuru haline getirmektedir.
   Kadını aşağılayan düzenler bütün bu yozlaşmanın, aşağılamanın zeminini hazırlayan onlar değilmiş gibi birde kadına şeref ve iffet kazandıran İslam’a dil uzatarak suçlamaktadır.Oysa İslam’da kadın mukaddestir.Kadın asla satılmaz, asla bir teşhir ve reklam aracı değildir. Ancak kocasına aittir. Başkalarına süslenmez ve başkalarını tahrik etmez.Müslüman kadının kıyafetini gericilik ile suçlayan ahmaklar, çıplaklığı çağdaşlık saymakta, kadının aşağılanması genel evlerde pazarlanması, sokakların panayır yerine dönmesi ve kadınların her türlü mahremiyetinin kullanılarak ortaya dökülmesini çağdaşlık saymaktadır.
    Kadın Rabbi’ne yaklaşarak ondan korkmalı kendisine saygınlık kazandıran İslam’a yönelmelidir.Ancak kocasına ait olmalı ve geçek kimliğine bürünmelidir. Efendimiz (s.a.v) Kadınlar sizler için Allah’ın emanetidir buyuruyor.Emanete sahip çıkmak Müslüman’ın en önemli vasıflarındandır. Hele hele bu emanet sahibi Allah (c.c) olunca daha da önem kazanır. Erkekler Allah’ın bu emanetine sahip çıkmalı zayıf ve korunmaya muhtaç olan eşini başkalarına teşhir etmemeli onun her alanda yetişmesini sağlayarak bilinçli bir mümine kadın olması, iffetini koruyabilmesi için gayret sarf etmelidir.
    Pırlanta, altın, yakut gibi maddeler tabiatta çok az bulunduğu için değerlidir. Eğer kömür madeni gibi çok bulunabilen maddeler olsalardı bu kadar değer kazanmazlardı. Kadında kapanınca iffetini koruyunca aynı pırlanta gibi değer kazanır. Açılınca ve iffetini yitirince de değerini kaybeder. Bu günün dünyasında kadının gizli, saklı ve mahremi hiç bir şeyi kalmamış her şeyi teşhir edilerek aşağılanmıştır.
    İslam örtünmeyi iman eden kadınlardan istemektedir. Fıkhen cariyelerin örtünmesi gerekmez. İslam kadına şeref ve saygınlık kazandırdığı için onu ayırmaktadır. Yani örtünmek sadece cinselliğin gizlenmesi için değildir. Müslüman toplumlarda kadının dejenerasyon ve gayri Müslimlerin kimliğine bürünmesi üzerindeki etkenler şunlardır.
   1- İslam’dan uzaklaşmanın beraberinde getirdiği cahiliyet
   2- Eğitimsizlik
   3- Dünyanın globalleşmesiyle gayri Müslimler ile iç içe girmenin neticesindeki etkileşim
  4- Televizyon, gazete ve mecmuanın etkileri ile gayri Müslimlerin çıkardığı moda rüzgarının Müslüman toplumlardaki etkisi
   5- Eşini kıskanmayan erkeklerin türemesi
   6- İslam’dan uzaklaşan insanların hayat tarzının zamanla toplumda kabul gömesi ve diğerlerinin gün geçtikçe onlardan etkileşimi
   Bütün bu faktörler 200 yılık bir zaman içinde misyonerlerin sistemli çalışmalarının neticesidir. Maraş’ta Kurtuluş Savaşı döneminde kadının örtüsünü zorla indiremeyen kafirler bu gün bunu hiç zorlanmadan başarmışlardır. Çünkü o zaman ki gibi namusunu koruyacak sütçü imaların sayısı çok azalmıştır. Bir zamanlar uğrunda can verilen namus değerlerinin ölçüleri değişmiştir. Bunu görmek için cadde ve sokaklara bakmak yeterlidir. Sokakları dolduran bu insanlar anası, bacısı, halası, teyzesi, yeğeni yada herhangi bir yakınıdır.
   Bu bozulmanın önüne geçmek Müslümanlar kendini düzeltmedikçe Rabbinin emirlerini, namus ölçülerini yeniden kendilerine kriter edinmedikçe mümkün olmayacaktır. İnsanlar Müslüman olduğunu iddia ediyorsa hayat tarzını da İslam’a göre belirlemelidir. Şayet Müslüman değilseler söyleyecek bir şey yok; Allah hidayet versin demekten başka.
 .
.
Mus’ab KÖYLÜOĞLU

[1]Zariyat 51/49
[2]Şura 42/11
[3]Rum 30/21
[4]Nur 24/31
  İslam’ın özünün özüne tâbî olduklarını, İslam’ın batınını yaşadıklarını ve bu doğrultuda nefisle mücadele yaptıklarını söyleyen, kamil insan olma yolunda bir takım terbiye metotları kullanan tasavvuf erbabının Kuran ve sünnete ne derece uyduğu bir tarafa,bu yolun mensuplarının bazılarına kazandırdıkları arasında tekebbürün olduğu gayet açık bir şekilde görülecektir.
    Mürşit, mürit ilişkisi öyle bir temel üzerine kurulmuştur ki; Mürşit olağan üstü bir varlık, mürit ise onun yolunda köle,fakir ve aciz bir varlıktır.(hatta mürit kendi nefsini bir tezek gibi görmelidir) .Müritler hep mürşitlerini örnek aldıklarını söylerler ama mürşidinin seviyesine gelen bir elin parmakları kadardır. Ayrıca “biz kimiz ki” edebiyatı ile onun gibi olmak için pek de gayret göstermezler ve mürşidleri onların kurtuluşu için yeterlidir.
    Tasavvufta bazı mertebeler vardır. Bu mertebelere varanlar hep kendinden aşağıdakilere burun kıvırırlar, tevazu kazanacakları yerde bir tekebbürün içerisine girerek sofuluk taslayıp, diğer insanları beğenmezler. Bid’at ve hurafelerin dolduğu bu topluluklar nefislerini öldürdüklerini iddia ediyorlar ancak kendilerine yapılan olağan üstü övgü dolu söylemlerin önüne de geçmiyorlar.
    Aşırı tevazu da aslında tekebbürün değişik bir versiyonudur. Şöyle ki; sıradan insanların yanında herhangi bir tavrını değiştirmeyen birisi kendi tarikatı ve kendi gurubu içinde değişik söylemler ve tavırlar içerisine giriyorsa aşırı alçak gönüllü, edepli gösterişler yapıyorsa, aşırı tevazu gösteriyorsa bu aslında bir tekebbürdür. Çünkü burada bilinçaltında ne kadar edepli, ne kadar derin bir derviş olduğu izlenimini verme isteği vardır.

    Birazcık namaz kılan, zikir yapan ve birkaç kelime de kulaktan dolma bilgi edinen hemen bir tekebbürün içine girer ve kendisinde olağan üstü hallerin zuhur etmesini ister. Çünkü insanlara sunulan kamil Müslüman modeli olağan üstü ,esrarengiz hallere sahip birisi olarak tanıtıldığı için bu yola talip olanlar bu hallerin kendisinde olmasını ister ve bunu evliyalığın bir sonucu olduğunu, Kamil Müslüman’ın bunlarla olunabileceğini zannetmektedir.
    Halbuki ideal Müslüman’a Peygamberin yaptıklarını yapmak, onun ahlakı ile ahlaklanmak yeterlidir. Zaten böyle bir ahlâka sahip olmak büyük bir meziyettir.
    Allah (c.c.) büyüklenenleri ve övünenleri sevmez;
    ” Ve insanlara avurdunu şişirme, ve yeryüzünde çalımla yürüme, şüphe yok ki, Allah hiçbir böbürleneni, öğüneni sevmez.” Al-i İmran 3/18
 .
.
Mus’ab KÖYLÜOĞLU
 
Toplumları bir arada bulunduran unsurlar vardır. Her toplum ya da cemaat kendine has ortak paydalar üzerinde birleşir. Kimi inancı, kimi ırkı, kimi kültürü ve kimide menfaatleri bakımından ortak payda da bir araya gelirler. Bizim toplumumuzda birçok etnik guruptan ve cemaatten oluşmaktadır. Irk farkı, mezhep farkı ve cemaat farkı toplumumuzun farklılıklarını ortaya koymaktadır. Türk toplumu çeşitli ırk ve inanç farkı olan bir mozaik bir yapıya sahip olan bir toplumdur. Mirasını devraldığımız Osmanlıda da aynı mozaik yapı toplumu oluşturmaktaydı. Ancak Osmanlı İmparatorluğu belirli bir ırkın savunuculuğunu yapmıyordu. Devlet yönetiminde her hangi bir ırkın hakimiyeti söz konusu değildi. Osmanlı devletinin temelini İslam birliği ve ümmetçilik anlayışı oluşturmaktaydı. Bünyesinde Müslim olsun, gayri Müslim olsun birçok toplumu barındıran Osmanlı bu yapıyı bozacak bir yaklaşım ve politika içerisine girmiyordu. Bu yüzden birçok ırktan oluşan toplumları bir arada tutabiliyordu. Ta ki, Fransa da başlayıp, tüm dünyayı saran ulusçuluk hareketi başlayana kadar.
  Bu ulusçuluk hareketi tüm dünyada yayılmaya başladı ve birçok ırkı bünyesinde barındıran Osmanlı bu hareketten büyük zarar gördü. Her etnik gurup dış etkenlerin kışkırtmasıyla, misyonerlerin çeşitli planlarıyla ve ortaya koydukları bir takım oyunlarla bağımsızlık davası gütmeye başladılar. Ve bunun neticesinde de bölünme ve parçalanma başladı. Ümmetin birliğini sağlayan halife de ortadan kalkınca Müslümanlar birbirinden koptular.
   Gelelim toplumların inanç noktasındaki bölünmelerine; Bu bölünme ve parçalanmadaki en büyük etken İslam’ı bilmemek, gerektiği gibi anlamamak ve birliği sağlayan faktörlerden uzaklaşmaktır.
   İslam toplumlarını bölen hususların en başında; mezhepler ayrılığı, ırk ayrılığı, siyasi ayrılık ve diyalog eksikliği gelmektedir.
   Toplumumuzun şu an için yaşadığı sıkıntıların en önemli nedenlerinin başında ırkçılık akımı gelmektedir. Müslümanlar İslam’ı bilmemektedir. Allah’ını, peygamberini ve onların emirlerini bilmeden, sadece kulaktan dolma bilgilerle dinlerini öğrenen Müslümanlar İslam’ın yasakladığı ırkçılığın peşinden gitmektedirler.
    Bakınız Allah ve Resulü ırkçılık hakkında ne emrediyor:
    Cenab-ı Hak (c.c.) şöyle buyuruyor: “Mü’minler ancak kardeştir.” Hucurat 10
   İman edenler ancak kardeştir ve aralarında her hangi bir ayrılık söz konusu olmamalıdır. Ama ne yazık ki, Müslümanlar gelinen noktada büyük ayrılıklar içerisinde bulunmaktadır.
   Allah’ın resulü (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Kim itaatten çıkar, cematten ayrılır (ve bu halde ölürse) cahiliye ölümü ile ölmüş olur. Kim de körü körüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için gazaplanır veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm de cahiliye ölümüdür. Kim ümmetimin üzerine gelip iyi olana da, kötü olana da ayırım yapmadan vurur, mü’min olanlarına hürmet tanımaz, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse o benden değildir, ben de ondan değilim.” [1]
    Cübeyr b. Mutîm (r.a.)’den rivayete göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen bizden değildir” [2]
   Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “…Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez” [3]
   Böyle övünenler hakkında Resulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Eğer bir adamın cahiliyenin adetlerine göre baba ve dedeleriyle övündüğünü görürseniz ona; “Babanın erkeklik organını ısır” deyin. [4]
   Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyuruyor: “Ey Müslümanlar! Allah (c.c.) cahiliye ayıbını ve babalarla övünmeyi giderdi. İnsanlar ya takvalı bir mü’min ya mutsuz bir facir olurlar. Siz Adem’in oğullarısınız. Adem ise topraktan yaratıldı. Cehennem odunu olmalarına rağmen kendileri ile övünen kişileri terk etmek gerekir. Böyle yapmayan kimseler burnunu pisliğe sürten bok böceğinden daha aşağı kimseler olurlar.”[5]
   Vasile İbnu’l-Eska’ radıyallahu anh anlatıyor: “Ey Allah’ın Resûlü dedim, asabiyet nedir?” “Asabiyet, buyurdular, zulümde kavmine yardım etmendir.”[6]
   Cündeb İbnu Abdillah (r.a.) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim ummiyye (gayesi İslam olmayan) bir bayrak altında bir asabiyete yardım ederken öldürülürse onun ölümü, cahiliye ölümü üzeredir.” [7]
   Hz. Peygamber (s.a.v.) Mekke’nin fethinde Kâbe’yi tavaf ettikten sonra yaptıkları bir konuşmada şöyle buyurmuştu: “Sizden cahiliyet ayıplarını ve büyüklenmelerini uzaklaştıran Allah’a hamdolsun. Ey insanlar! Tüm insanlar iki gruba ayrılır. Bir grup iyilik yapan, iyi olan ve kötülüklerden sakınanlardır ki, bunlar Allah nazarında değerli olan kimselerdir. İkinci grup ise günahkâr, isyankâr olanlardır ki, bunlar da Allah nazarında değersiz olanlardır. Yoksa insanların hepsi Hz. Adem’in çocuklarıdır. Allah da Adem’i topraktan yaratmıştır.”[8]
    “Öyle milletler gelecek ki, ölmüş babaları ile övüneceklerdir. İşte onlar cehennemin kömürleridir. Ve onlar, Allah katında pisliği burnu ile yuvarlayan böceklerden daha basittir!.. Allah sizden cahiliyet devrinin övünmesini ve babalarla büyüklenmeyi kaldırmıştır. İnsanlar iki gruptur: ya muttaki mümin ya da perişan kafir! Bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır. Âdem de topraktan yaratılmıştır.”[9]
   Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Kim itaatten çıkar, cematten ayrılır (ve bu halde ölürse) cahiliye ölümü ile ölmüş olur. Kim de körü körüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için gadablanır veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder ve bu esnada da öldürülürse bu ölüm de cahiliye ölümüdür. Kim ümmetimin üzerine gelip iyi olana da, kötü olana da ayırım yapmadan vurur, mü`min olanlarına hürmet tanımaz, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse o benden değildir, ben de ondan değilim.”[10]
    Bölünme ve parçalanmanın dinimizde reddedildiğini şu emirlerden açıkça anlıyoruz.
    Yüce yaratıcımız Allah(c.c.) Kur’an’da, Peygamberimiz (s.a.v.)’de hadislerinde cemaat olmak ve bölünüp parçalanmamak üzere Müslümanlara öğüt vermektedir.
   Konuyla alâkalı olarak Kur’an da Cenâb-ı Hak (c.c.) şöyle buyuruyor:
    “Ve hepiniz Allah Teâlâ’nın ipine sımsıkı sarılınız ve birbirinizden ayrılmayınız. Ve Allah Teâlâ’nın üzerinizde olan nîmetini de hatırlayınız ki, siz birbirinize düşmanlar iken sonra Allah Teâlâ kalplerinizi birleştirdi de onun nîmeti sebebiyle kardeşler oluverdiniz ve sizler ateşten bir çukur kenarında iken sizi ondan çekip kurtardı. İşte Allah Teâlâ âyetlerini sizlere açıklar, tâ ki hidayete erebilesiniz.”[11]
    “Allah’a ve Resulüne itaat edin birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ile zaafa düşersiniz; rüzgarınız kesilip gider.”[12]
    “O kimseler ki dinlerini parçaladılar ve fırka, fırka oldular. Onlardan her taife kendi yanında olan ile sevinicidirler.”[13]
    “Ve eğer Rabbin dilese idi, elbette bütün insanları bir tek ümmet kılardı. Fakat onlar ihtilâf eden kimseler olmaktan geri durmayacaklardır. Ancak Rabbinin rahmet kıldığı kişiler bundan müstesnadır.” [14]
    “Ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, ayrılık çıkarıp ihtilâfa düşenler gibi de olmayın. onlar için büyük bir azap vardır.”[15]
   İslam hiçbir kimsenin üstün olmadığını, üstünlüğün ancak takva ile olabileceğini öğütler. Yukarda da geçen ayet ve hadislerden de anlaşılacağı üzere Böyle bir öğüt insanların bölünmesini, üstünlük taslamasını engeller. Bu öğütleri alanlar ırkçılık, mezhepçilik ve cemaatçilik davası peşinde koşamaz. Bunu yaparsa Allah’a ve Resulüne isyan etmiş olacağını bilir.
   O halde İslam bunları emrettiğine göre neden Müslümanlar bir birine düşman olmakta ve çatışmaktadır? Neden Müslümanlar bir araya gelememektedir?
   İslam’ın emirlerinde bir eksiklik olmadığına göre Müslümanlarda bir problem var demektir. Müslümanlar önceliklerinin başına İslam’ı değil ırkını ya da başka bir ideolojisini almış bulunmaktadır. Müslümanların hayatında öncelikli emir koyucu şayet İslam olsaydı elbette bu günkü gibi bölünme ve parçalanmaların olmaması gerekirdi. Müminler kardeş ise nedir bu Türk-Kürt davası? Neden Müslümanlar böyle birbirine düşüyor? Müslümanlar bunu Allah’ın ve Resulünün onca uyarısına rağmen nasıl yapabilmektedir? Öyle ırkçılık yapan Türkler ve Kürtler var ki; bunu anlamak ve kabul etmek mümkün değil. Masum insanların olduğu otobüsleri yakanları alkışlayan bir insan Müslüman olabilir mi? Masum insanlara zarar verenlere sevgi besleyenler bunu İslam’ın neresine sığdırmaktadırlar. Oysa İslam inancının esaslarından biri de Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir. Şimdi hayatımızı şöyle bir gözden geçirelim sevdiklerimizi ve buğzettiklerimizi. Acaba yaptıklarımız bu ölçüye sığıyor mu?
   İnsanlara zulmeden, masum insanları katleden, yeryüzünde fesat çıkaran ve İslam ile alakası bulunmayan insanların ve ideolojilerin sevgisini muhabbetini yüreklerinde besleyenler bunun hesabını Allah’a nasıl verecekler. Bir Müslüman zulüm kimden gelirse gelsin kabul etmez ve karşısında durur. Müslüman yeryüzünde fesat çıkarmaz. Allah’a iman etmeyen, ve O’nun resulünü kendisine rehber edinmemiş bir takım ideolojileri ve önderlerini asla kendisine mürşid kabul edemez. Asla onun yolundan gidemez. Oysa bu gün Müslümanlar yolunu şaşırdığından rehberini ve mürşidini karıştırmış bir halde nereye gittiğini bilmemektedir. Müslümanlar bir takım ideolojilerin etkisinde kalarak kendisine başka yollar bulmuştur. Ama bu yolların ucunun cehenneme çıkacağının farkına da varamamaktadır.
   Kâfirlerin büyük planları neticesinde bu günkü duruma gelen Müslümanlar büyük bir yanılgının içerisinde debelenmektedir.
   Müslüman toplumların başında idareci olan insanlara da buradan sesleniyorum! Birlik ve beraberlik için gerçek manada bir çözüm var. Ve bu ancak ve ancak ortak payda olan İslam’a dönmekle mümkün olabilecektir. Gelin tabuları yıkalım, korkuları bir taraf bırakalım. Gerçek manada İslam’ın güzelliklerini insanlara öğretelim. İslam çok güzeldir. İslam merhamettir. İslam güzel ahlaktır. İslam herkesin emin olarak güven içerisinde yaşayabileceği emirler içermektedir. İslam’ı gerçek manada hayatına hakim kılan bir toplumda asla kötülük zuhur etmez. Şayet kötülük zuhur ediyorsa bu asla İslam değildir. İslam’ı bir öcü gibi görmekten vazgeçmelidir. İslam’ı yanlış anlayıp, yanlış lanse edenler örnek gösterilemez. O halde bir takım korkuları bir tarafa bırakıp ve yüzümüzü ortak payda olan İslam’a döndürmekten başka çare bulunmamaktadır.
    Cemaatçilik ve bölünmeleri önlemenin yolu
    İslam bölünmeyi ve parçalanmayı yasaklar. Bütün emirleri cemaat olarak yaşamayı kapsar. Ancak Müslümanlar günümüzde ırk, mezhep ve siyasi ayrılıklar yüzünden büyük bir parçalanma içerisindedir. Bunun en önemli nedeni İslam’dan uzaklaşmak ve İslam’ı gerektiği gibi anlamamaktır. Müslümanlar gerçek manada Kuran ve sünnete tabi olmadıkça bu bölünmelerin önüne geçmek mümkün olmayacaktır. Bu, sözde değil özde olmalıdır. Bir takım tabuların artık yıkılması ve bu yanlış gidişattan dönülmesi gerekmektedir. Birlik ve beraberlik için bu ümmetin ilkinin tuttukları yolu aynen takip etmek gerekmektedir.
    İmam Mâlik (Allah ona rahmet etsin) bu konuda büyük bir kâideyi şu sözleriyle ortaya koymaktadır: “Bu ümmetin başı ne ile düzelmişse, sonu da ancak onunla düzelir. O gün din olmayan hiçbir şey bugün de din olamaz.”[16]
   Başka yollar ayrılık, bölünme, bidat ve hurafeyi beraberinde getirmektedir.
   Kuran ve sünnet Müslümanların ortak paydası olduğu halde ve yönelmesi gereken yegâne kaynak olduğu halde ayrılıkların ve hizipçiliğin olması Müslümanların Kuran ve sünnete tam manasıyla yapışmadığını ve savsakladığını göstermektedir. Kuran ve sünnet sadece laftan ibaret olmuş ve sadece dilimize doladığımız olgular haline gelmiştir. Burada insanın aklına şu sorular geliyor; Hiç Kuran ne diyor diye okuyup, anlamayan bir toplum Kuran’a yapışmış olabilir mi? Kuran’ı hayatına hakim kılabilir mi? Allah’ın emirlerini bilmeyen bir Müslüman O’na nasıl itaat edebilir? Peygamberin sünnetini bilmeyen ve peygamberini tanımayan bir Müslüman nasıl onun sünnetine yapışıp, hayatında sünnete uygun işler yapabilir ki? Yani Müslümanların bu günkü söylemleri kuru laftan ibaret olmakta ve gırtlaktan aşağıya inmemektedir.
   O halde bölünmeyi ve hizipçiliği önlemenin tek yolu İmam Malik’in dediği gibi bu ümmetin ilkinin tuttuğu yolu tutmaktır. Dilimize doladığımız Kuran ve sünneti okuyup, öğrenmemiz ve hayatımızı ona göre şekillendirmemiz gerekmektedir.
    Ehl-i sünnet ve’l Cemaat yolunun önderlerinin hataları
    Kendilerini Allah’ın ve resulünün yolunun tebliğcileri ve savunucuları olarak gören Müslümanların da birlik ve beraberlik hususunda oldukça büyük yanlışlıkları bulunmaktadır. Bu yanlışlıkları başkalarında görünce eleştirenler daha beterini kendileri yapmaktadırlar. Tarikatları ve bir takım cemaatleri taassupla, cahillikle ve bidatçilikle suçlarken kendilerinin yaptığı hataları görmeyenler hiçbir yol kat edemezler. Birbirlerinde gördükleri en küçük bir hatayı büyüterek ayrılık sebebi sayanlar, birbirlerine sırtını dönenler ve birbirlerinin arkasından atanlar sünneti yaşadıklarını ve savunduklarını söyleyemezler. Aldıkları eğitimle böbürlenenlerin, birkaç ayet ve hadisi insanlar içerisinde böbürlene böbürlene anlatanların ve âlimlik taslayanların bu ümmetin birliğini sağlamaları mümkün değildir. Bu tip insanlar kendilerini gözden geçirsinler. Acaba Allah için mi tebliğ yapıyorlar yoksa bana ne kadar da bilgili desinler ya da sözüm dinlensin diye mi konuşuyorlar. Müslüman ne kadar âlim olursa olsun böbürlenmez. İnsanlar arasından mütevazı olur.
    Müslüman hata araştırmak yerine kendi hatalarını araştırmalı ve gördüğü en küçük bir hatada hemen eleştiri yoluna gitmemelidir. Birliğe ve beraberliğe zarar verecek davranış ve hareketlerden kaçınmalıdır. Şayet bir Müslüman ehl-i sünnet yolunu tuttuğunu iddia ediyorsa Allah için kendisini bir gözden geçirsin ve en küçük hataları bahane ederek ayrılığa sebep olacak işlerden kaçınsın.
    Sadece birkaç hareket yapmakla ve görüntülerini değiştirerek ehl-i sünnet olduklarını iddia edenlere ve Müslümanları değerlendirenlere gelince; bu kardeşlerce sanki selef-i salihin yolu sadece namazda elleri kaldırmak, fatihadan sonra sesli amin demek ve secdede parmakları oynatmaktan ibaretmiş gibi davranılmaktadır. Peygamberin onca sünnetini getirip, birkaç harekete bağlamak doğru değildir. Bu hareketleri yaparsan selefisin yapmazsan değilsin şeklindeki tavırlar yanlış davranışlardır. Bazı kardeşlerin kastettiğim hareketler için yalnız kılarken göstermedikleri titizliği cemaat içerisinde iken itina yapmaları Allah korusun riya tehlikesini beraberinde getirmektedir.
    Müslümanları dış görünüşüne, saçına, sakalına ve giyim tarzına göre değerlendirmemelidir. Her insanın bulunduğu konum aynı olmayabilir. İçinden çıkamadığı bir çevre ve fırsat bulamadığı imkanlar içerisinde bulunabilir. Bu noktada dış görünüşle âlimlik edalarıyla ortada dolaşan ama ilimden ve ihlastan uzak insanları da çokça görmek mümkün.
   Müslüman kendisine gelen her Müslüman kardeşi ile layıkı ile ilgilenmeli, insanları mevkisi makamı ve dış görüntüsü ile değerlendirmemelidir. Bir kardeşimiz şöyle bir şeyle karşılaşıyor ve anlatıyor: “Kilometrelerce yol kat ederek ilimce ilerde olan bir hocamızı ziyarete gittim. Heyecanla yola çıktım ve kendisi ile sohbet etme imkanı bulacağım için sevinçliydim. Hocanın işyerine varınca çok soğuk bir tavırla karşılaştım. Baktım ki bu soğuk tavır değişmiyor, bende kalkıp gitmek zorunda kaldım. Ve onca yolu büyük bir hayal kırıklığı için aldığımın pişmanlığı içerisinde geri döndüm.”
   Yine bizzat yaşadığım bir ziyareti burada anlatayım. Bir hoca efendiyi saatlerce yol aldıktan sonra ziyarete gitmiştim. Biraz araştırmadan sonra ikametgahına ulaştım. Selamlaşmalardan sonra kapı ağzında garip bir bakışla buyur etmeyi bile kerhen yapan bakışlarla karşılaşınca şaşkınlık yaşadım. Soğuk bir şekilde buyur edildiğim yerde karşılaştığım soğuk tavırlar devam edince kısa bir süre sonra orayı terk etmem gerektiğini anladım ve çıktım.
   Şimdi soruyorum bir insan onca yolu sırf Allah için kat etmiş ve size gelmiş, ama siz onu sünnette yeri olmayan bir tavırla karşılıyorsunuz.
   Allah aşkına söyler misiniz bunun neresi sünnet? Bunun neresi peygamber ahlakı? Şimdi o hoca efendiye sormak lazım; kardeşim senin derdin ne? İstediğin kadar ilme sahip ol. Sana böyle davranma hakkını kim verdi? Bunun hesabını Allah’a nasıl vereceksin? Ya bu tavırları terk et ya da ortada hocalık taslama. Bırakın hocalığı, âlimliği, sıradan bir Müslüman’ın dahi yapmayacağı davranışları yapıp da, sünnetten bahseden bu tip insanların tebliğ hareketine hiçbir faydası olamayacağı gibi birlik ve beraberliğe de çok zararları olacaktır. Bazı kardeşler böyle insanlar için huyu böyle ne yapalım diyorlar. Ama bu yaklaşım da doğru değil. Böyle insanlara buradan öğüt veriyorum: Huyun ne olursa olsun Allah için değişeceksin. Güler yüzlü değilsen zorla yüzünü güldüreceksin. Nefsine zor da gelse kendini Allah için değiştireceksin. Müslüman teslim olur diyorsak o halde sende olumsuz davranışlarını bırakıp İslam’ın güzelliklerine zorla da olsa teslim olacaksın. Ya da bu yoldan çekileceksin ki, yolun önü tıkanmasın.
   Hep eleştirilen insanların, durmadan Müslümanların hatalarını bahane ederek ayrılıkçı bir yaklaşım ortaya koyanların ümmetin birlik ve beraberliği önündeki engel olduklarını unutmamaları gerekir. Bu da Allah katında onlar için yüklenilecek bir vebal olacaktır.
   İlim-der tarafından yapılan toplantıların birlik ve beraberlik anlamında çok faydalı ve hayırlı olacağını düşünüyorum. Müslümanlar böyle birlik ve beraberliği pekiştirici faaliyetler ile tanışıp, kenetlenecektir. Rabbimiz bizi ıslah etsin ve kalplerimizi birleştirsin.
   Başka bir hata da ilim ile böbürlenmedir. Bazı Müslümanlar ilim elde ettikçe kibir içerisine girmekte. Bulduğu her fırsatta ilmi sorular ile üstünlük kurmaya çalışmakta karşısındakine bak bende ilim var şeklinde bir tavır ortaya koymaktadır. Kibir Allah’ın asla sevmediği ve Müslüman’a yakışmayan bir davranıştır. İlmin ne kadar olduğu değil Allah için nasıl kullanıldığı önemlidir. Nice insanlar var ki kendisinde bulunan ilmi başkasına aktaramamakta ve gafil bir hayat yaşamaktadır. Tebliğ yapmamakta Allah’ın dinini kendisine dert etmemektedir. Bu ilim hiçbir işe yaramadı gibi sahibini de elbette Allah katında vebal altına sokacaktır. Yani ilim ile kibirlenmeyi bir tarafa bırakıp, Allah’ın rızası için çalışmalıdır.
    Cemaatleri eleştirirken, birlik ve beraberliği Allah’ın ve Resulünün emrettiğini en çok savunanlar olduğumuz halde, Türkiye genelinde daha doğru dürüst bir tane tesise bile sahip değiliz. Ama eleştirdiğimiz cemaatlere baktığımızda muhteşem tesislere ve imkanlara sahip olduklarını görüyoruz. Çalışmalarındaki ve yardımlaşmalarındaki ihlaslarına, birlik, beraberlik ve gayretlerine şahit oluyoruz. Diğer taraftan ehl-i sünnet yolu üzerinde olduğunu iddia edenlerin ise sağda solda konuşmaktan ve sağa sola burun kıvırmaktan başka bir şey yapmadığını görünce de üzülmekten kendimizi alamıyoruz.
   Sözün özü artık samimiyete, ihlasa ve gayrete ihtiyacımız var. Bu işe gönül vermiş gayretli, Allah yolunda tozu dumana katacak tebliğcilere ve mücahidlere ihtiyacımız var. Allah için çok çalışmamız gerekmektedir. Allah aşkına artık bırakalım boş lafları ve Allah yolunda gayret gösterelim.
.
Ebu Muhammed Musab KÖYLÜOĞLU.

[1] Müslim, İmâret 53, (1848); Nesâî, Tahrim 28, (7,123); İbnu Mâce, Fiten 7, (3948).
[2] Ebû Davud, Edeb 112, Müslim, imare 57; Ahmed İbn Hanbel, II, 488; İbn Mâce, Fiten 3948
[3](İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225)
[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.5, Sh.136-Tirmizi
[5] Ebu Dâvud-Edep,110-111, Ahmed bin Hanbel, 2/524
[6] Ebu Davud, Edeb 121, (5519).
[7] Müslim, İmaret 57, (1850); Nesai, Tahrim 28, (7, 123).
[8] (Beyhaki, Tirmizi)
[9](Tirmizi, Beyhaki, Ebu Davud)
[10] (Ravi: Ebu Hüreyre Hadis No:1729) İbni Mace-Fitne-3948
[11] Al-i İmran 3/103
[12] El-Enfal 8/46
[13] Er-Rum 30/32
[14] Hud 11/118-119
[15] Al-i İmran 3/105
[16] Kadı İyâd;” eş-Şifâ”. Cilt: 2, sayfa: 88